Bölüm III
Böylece, kendimi bu deliliğe kaptırarak evlenene kadar bir altı yıl daha bu şekilde yaşadım. Bu süre zarfında yurt dışına çıktım. Avrupa'daki insanların hayat tarzı ve benim önde gelen aydın Avrupalılarla (Not: Ruslar çoğunlukla Avrupalılar ile kendileri arasında bir ayrım yaparlar) olan yalcınlığım mükemmel insan olma yolunda çaba göstermeye olan inancımı daha da pekiştirdi. çünkü aynı inanca onlarda da rastladım. Bu inanç bende de günümüz eğitimli insanlarının çoğunda görülen o yaygın şekliyle yer etti. Bu inanç, ifadesini 'ilerleme' sözcüğünde buluyordu. Bana o zamanlar bu sözcüğün başka bir anlamı varmış gibi geliyordu. En doğru şekilde "Nasıl yaşarım?" sorusuyla kendime işkence çektirdiğim (hayata bağlı her insan gibi) ve cevap olarak "İlerlemeye uygun olarak yaşa."yı verdiğim zamanlar henüz sadece, kayığı rüzgar ve dalgalarca sürüklenirken kendisi için hayati ve tek soru olan "Dümeni ne tarafa kırmalı?" sorusuna "Biz bir yerlere sürükleniyoruz?" cevabını veren adama benzediğimi bilmiyordum. O zamanlar bunun farkında değildim. Sadece zaman zaman akıl yürüterek olmasa da içgüdülerimle -insanların hayatı anlamalarındaki eksikliklerini gizlemede kullandıkları, günümüzün bir hayli yaygın olan bu batıl inancına isyan ettiğim oluyordu. Örneğin, Paris'te kaldığım sırada tanık olduğum bir infaz bana ilerlemeye olan batıl inancımın tutarsızlığını göstermişti.
Kafanın bedenden ayrılışını ve her ikisinin ayrı ayrı sandığın içine gürültüyle düşüşlerini gördüğümde, sadece aklımla değil ama bütün varlığımla anladım ki, günümüzün ilerlemelerine ait akla dayalı hiçbir kuram, yapılan bu işi haklı çıkaramazdı ve dünya var olalı beri herkes bu işi, hangi kuram çerçevesinde olursa olsun, gerekli görmüş olsa da ben bunun gereksiz ve kötü bir şey olduğunu biliyordum. Bu yüzden iyiyle kötünün ne olduğuna insanların söyledikleri ve yaptıklarına bakılarak karar verilemez. İlerlemenin kendisi de hakem olamaz. Hakem benim yüreğimdir. Hakem kendimdir.
Hayatta bir rehber olarak ilerlemeye duyulan inancın batıl ve eksik bir inanç olduğunu fark edişim bir de ağabeyimin ölümüyle oldu. Akıllı, iyi yürekli ve ağırbaşlı bir insan olan ağabeyim, henüz çok genç yaşta hastalandı ve bir yıldan fazla bir süre hastalığı çektikten sonra niçin yaşadığını ve hele de, niçin ölmek zorunda olduğunu anlayamadan acılar içerisinde can verdi. Var olan hiçbir kuram ağabeyimin bu yavaş ve ağrılı ölüm sürecinde bana ya da ona bu soruların yanıtlarını veremezdi. Ancak buralar benim inancımı sorguladığım nadir olaylardı ve ben gerçekte bir tek ilerlemeye inandığımı söyleyerek yaşamaya devam ediyordum. "Her şey tekamül eder, ben de her şeyle birlikte tekamül ederim. Benim de niçin her şeyle birlikte tekamül ettiğim bir gün ortaya çıkacaktır." İnancımı tam da o zamanlar formüle etmiş olmalıyım. Yurt dışından döndükten sonra taşraya yerleştim ve köy okullarında öğretmenlik yapmayı denedim. Bu işten özellikle zevk alıyordum, çünkü bu işte yazarak insanları eğitmeye çalıştığım zamanlarda kendisini bana açık seçik belli eden ve gözlerini dikip yüzüme bakan o sahtelik duygusuyla karşı karşıya gelmek zorunda kalmıyordum. Orada da gene ilerlemeyi savundum, ama artık ilerlemeye eleştirel bir gözle bakıyordum. Kendi kendime şöyle diyordum: "Gelişim aşamalarının bazılarında ilerleme yanlış yönde gerçekleşmiştir. İnsanın ilkel köylü çocuklarına tam bir özgürlükçü düşünceyle yaklaşması ve ilerlemenin hangi yolunu isterlerse o yolu seçmekte özgür bırakması gerekir." Gerçekte ise aynı çözümsüz sorunun etrafında dönüp duruyordum. O sorun şuydu: Kişi ne öğreteceğini bilmeden nasıl öğretecekti?
Edebi faaliyetlerin üst düzeyde yürütüldüğü o camianın içindeyken kişinin ne öğreteceğini bilmeden öğretme işini yapamayacağını fark etmiştim. Çünkü herkesin farklı farklı şekillerde öğrettiklerini gözlemlemiştim. Aralarında kavga ederek başarılı oldukları tek konu sadece birbirlerinden cehaletlerini saklamaktı. Orada, o köylü çocuklarla, onları istediklerini öğrenmekte özgür bırakarak, bu sıkıntıyı hiç yaşamamam gerektiğini düşündüm. Faydalı hiçbir şey öğretemeyeceğimi ruhumun derinliklerinde bilip de -çünkü neyin faydalı olduğunu kendisinin bilmediğini de biliyordum -bir yandan da kendimi öğretme arzumu tatmin çabası içinde buluvermek, şimdi hatırladıkça, komiğime gidiyor. Öğretmenlik işinde bir yılımı geçirdikten sonra kendim hiçbir şey bilmeden insanlara nasıl öğretmenlik yapabileceğimi keşfetmek amacıyla ikinci kez yurt dışına çıktım. Sanırım bunun nasıl yapılabileceğini köylü ayaklanmasının olduğu o sene (1861), yurt dışında öğrendim.
Rusya'ya bütün bu bilgelikle donanmış ve de bir Ara bulucu* olarak döndüm. Hem okullarda cahil köylüleri hem de yayınladığım dergi yoluyla okumuş sınıfları eğitme işine soyundum. İşler yolunda gidiyor gibiydi, ancak ben kendimi ruhen çok sağlıklı hissetmiyor ve işlerin bu şekilde uzun süre devam edemeyeceğini düşünüyordum. Eğer ki hayatın henüz keşfetmediğim ve bana mutluluk vaat eden bir yönü. *Köylülerle toprak sahipleri arasında ara bulan kimse. (Çevirmenin notu) ha -evliliğim -olmamış olsaydı, on beş yıl sonra varacak olduğum o çaresizlik noktasına belki o günlerde varmam gerekirdi. Bir yıl boyunca kendimi bu ara buluculuk işiyle, okullarla ve dergiyle meşgul ettim. Sonunda o kadar yıprandım -özellikle de kafa karışıklığımın bir sonucu olarak ara bulucu olarak işim o kadar zordu, okullarda yürüttüğüm faaliyetlerin sonuçları o kadar belli belirsizdi ve dergide üstünkörü kaleme alınmış olan yazılarım (ki hepsi sonuçta aynı kapıya çıkıyordu: Herkesi eğitme ve bunu yaparken de neyi öğreteceğimi kendisinin de bilmediği gerçeğini saklama isteğine) o kadar iticiydi ki, hastalandım. Hastalığım fiziksel olmaktan çok ruhsal bir rahatsızlıktı. Her şeyi bir kenara bırakarak taze hava solumak, kımız içmek ve sadece hayvanlar gibi bir hayat sürmek için bozkırlara, Başkırların yanına gittim. Oradan dönüşte evlendim. Mutlu evlilik hayatının yeni koşulları yönümü hayatın anlamını bulma arayışlarından başka bir tarafa çevirdi. O dönemde bütün hayatının odak noktası ailem, karım ve çocuklarım; dolayısıyla da gelirimizi artırma arayışlarıydı. Kendimi ahlaki açıdan mükemmel hale getirme uğraşım yerini -ki sonradan bu, kendimi hayatın her alanında mükemmelleştirme, yani ilerleme uğraşıyla yer değiştirecekti -şimdi de basitçe kendim ve ailem için mümkün olan en iyi hayat koşullarını oluşturına çabasına bırakmıştı. Bu şekilde bir on beş yıl daha geçti. Artık gözümde yazarlığın hiçbir öneminin kalmamış olmasına rağmen, benim o değersiz çalışmalarıma verilen büyük maddi ödüller ve tutulan alkışların baştan çıkarıcılığı karşısında ben de kendimi yazmaya, sadece maddi durumumu iyileştirmek ve kendi hayatırnın ve genel olarak hayatın anlamına yönelik ruhumda yükseleno soruları bastırmak amacıyla adadım. Şöyle yazdım: Benim için tek olan gerçeği, yani insanın kendisi ve ailesi için en iyi imkanları sağlamak amacıyla yaşaması gerekliliğini öğreteceğim. Bu şekilde yaşamaya devam ettim, ama bundan beş yıl önce bana çok tuhaf bir şey olmaya başladı. İlk başlarda bir kafa kanşıklığına ve hayatın durmuş olduğu gibi bir hisse kapıldım. Ne yapmam ve hayatımı nasıl yaşamam gerektiğini bilemiyordum, kendimi kaybolmuş ve keyifsiz hissediyordum. Ancak bu durum çok sürmedi ve ben de eskisi gibi yaşamaya devam ettim. Sonra bu kafa kanşıklığı gitgide daha sık ve hep aynı şekilde nüksetmeye başladı. Bu dönemlerde aklıma hep şu sorular geliyordu: Ne için? Amacın ne? İlkin bunlar bana amaçsız ve alakasız sorular gibi geliyordu. Cevapların herkesçe bilindiğini, çözümü bulmak istersem bunun beni fazla uğraştırmayacağını, sadece o an o işe ayıracak vaktim olmadığını, ama istediğim takdirde cevabı bulabileceğimi düşünüyordum. Ne var ki, sorular kafamda daha sık tekrarlanır ve gitgide daha büyük bir ısrarla cevap bekler olmuşlardı. Hep aynı yere düşen mürekkep damlaları gibi hep birlikte bir kara lekede toplanmışlardı. Sonra benim başıma da ölümcül bir iç hastalığına yakalanan herkesin başına gelenler geldi. İlkin önemsiz rahatsızlık belirtileri ortaya çıkar, ki hasta kişi bunları hiç umursamaz. Sonra bu belirtiler gitgide daha sık ortaya çıkmaya başlar ve birleşerek kesintisiz bir ıstırap sürecine dönüşür. Istırap artar ve hasta adam ne olup bittiğini anlamadan, ufak bir rahatsızlık sandığı şey onun için çoktan dünyadaki en önemli şeye -ölüme-dönüşmüştür bile! İşte benim başıma gelen de bundan farksızdı. Bunun rastgele bir rahatsızlık olmadığını, çok önemli bir şey olduğunu anlamıştım ve eğer bu sorular kafamda tekrarlanıp duracaksa, o halde onların cevaplarını bulmam gerekirdi. Ben de o cevapları bulmaya çalıştım.
Sorular çok aptalca, basit ve çocukça geliyordu. Ama o soruları ele alır almaz ve de çözmeye çalışır çalışmaz derhal şuna kani oldum ki, ilk olarak, bu sorular çocukça ve aptalca değil, hayattaki en önemli ve derin sorulardı. ikinci olarak da, madem ki Samara'daki malikanemle, oğlumun eğitimiyle, ya da bir kitap yazmakla iştigal ediyordum, o halde bütün bunları niçin yaptığımı bilmek zorundaydım. Bunların için yaptığımı bilmediğim sürece hiçbir şey yapamaz ve de yaşayamazdım. Beni bir hayli meşgul eden bir konu olan malikanenin idaresi konusunu düşündüğüm anlarda aklıma birdenbire şu soru gelirdi: "Haydi bakalım, Samara'da 6.000 desyatinalık* bir arazin ve 300 atın olacak, peki ya sonra?" ... Zihnim alt üst olmuştu ve ne düşüneceğimi bilemiyordum. Ya da, çocuklarımın eğitimleriyle ilgili planlar yaparken kendi kendime şöyle derdim: "Ne için?" Ya da, "köylülerin nasıl kalkınacaklarını düşünürken birdenbire kendi kendime şöyle söylerdim: "Ama bunun benim için ne önemi var ki?" Ya da çalışmalarımın bana sağlayacağı ünü düşününce kendime şöyle derdim: "Haydi bakalım, Gogol'dan ya da Puşkin'den ya da Shakespeare'den ya da Moliere'den ya da dünyadaki geri kalan bütün yazarlardan daha ünlü olacaksın! Olacaksın da ne olacak?" Ve bu sorulara hiçbir şekilde cevap bulamıyordum. Bu sorular bekletilmeye gelmezdi ve acil olarak cevaplanmaları gerekiyordu. Onlara cevap bulamadığım takdirde yaşamam imkansızdı. Ama hiçbir cevap da yoktu. Üzerinde durduğum şeyin çökmüş olduğunu ve ayaklarımın altında hiçbir şeyin olmadığını hissediyordum. Üzerine hayatımı kurduğum o şey artık yoktu ve ondan geriye hiçbir şey kalmamıştı. Bir desyatina yaklaşık on bir metrekaredir. (Çevirmenin notu)
Kaynak:
Lev Nikolay Tolstoy - İtiraflarım, antik kitap
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder