25 Mayıs 2020 Pazartesi

Sansürlenen Karamazov Kardeşler - || Yazarları ne kadar orijinal okuyabiliyoruz.


 The Brothers Karamazov (1958)


Bir çoğumuz Karamazov Kardeşleri okuduk, hatta yetinmeyip bir çok farklı çevirilerinden de okuduk. Tamamen Dostoyevski sevgisi yahut Rus Edebiyatı sevgisiyle. Okuduğumuz her kitapta Dostoyevski'yle baş başa derin sularda yüzdüğümüzü düşürdük ama sığ düşünceli yayınevleri veya çevirmen veya editör -artık her kim bunun sebebi ise- tarafından aldatılmışız.
Biliyorsunuz ben bir yazarı veya bildiğim yazarın bir kitabını okumadan önce çok detaylı araştırma yaparım. Yine bir gün böyle bir araştırma içerisindeyken, Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşleri kitabındaki “Kardeşler Tanışıyor”, “İsyan” ve “Büyük Engizitörcü” bölümlerini  İngilizce çevirisinden okurken (kendi çapımdaki İngilizcem ve google translete ile birlikte) fark ettim. İnanamayıp farklı farklı kaynaklardaki ingilizce çevirilere de baktığımda Ivan Karamazov'un aynı şeyleri söylediğini gördüm.

Şimdi size Türkçe halini bir çok çeviride  yayınlanmayan o paragrafın, İngilizce çevirisini  ve Türkçe çevirisini ileteceğim;

“By the way, a Bulgarian I met lately in Moscow,” Ivan went on, seeming not to hear his brother's words, “told me about the crimes committed by Turks and Circassians in all parts of Bulgaria through fear of a general rising of the Slavs. They burn villages, murder, outrage women and children, they nail their prisoners by the ears to the fences, leave them so till morning, and in the morning they hang them—all sorts of things you can't imagine. People talk sometimes of bestial cruelty, but that's a great injustice and insult to the beasts; a beast can never be so cruel as a man, so artistically cruel. The tiger only tears and gnaws, that's all he can do. He would never think of nailing  people by the ears, even if he were able to do it. These Turks took a pleasure in torturing children, too; cutting the unborn child from the mother's womb, and tossing babies up in the air and catching them on the points of their bayonets before their mothers' eyes. Doing it before the mothers' eyes was what gave zest to the amusement. Here is another scene that I thought very interesting. Imagine a trembling mother with her baby in her arms, a circle of invading Turks around her. They've planned a diversion: they pet the baby, laugh to make it laugh. They succeed, the baby laughs. At that moment a Turk points a pistol four inches from the baby's face. The baby laughs with glee, holds out its little hands to the pistol, and he pulls the trigger in the baby's face and blows out its brains. Artistic, wasn't it? By the way, Turks are particularly fond of sweet things, they say.” [1]

“Bu arada, geçenlerde Moskova’da karşılaştığım bir Bulgar, genel bir Slav ayaklanmasından korkan Türklerin ve Kafkasyalıların tüm Bulgaristan boyunca yaptıkları zalimlikleri anlattı. Köyleri yakıyor, öldürüyor, kadın ve çocuklara tecavüz ediyor, esirlerini kulaklarından siper kazıklarına çiviliyor, sabaha kadar öylece bırakıp sonra da asıyorlar—akıl almaz her türlü zalimlik. İnsanlar bazen insan vahşetini ‘hayvani’ diye tarif eder, ama bu hayvanlara karşı büyük bir haksızlık ve hakaret; bir hayvan asla bir insan kadar vahşi olamaz, o kadar maharetle, o kadar sanatkarane bir şekilde vahşi olamaz. Kaplan sadece ısırıp parçalar, bütün yapabileceği budur. İnsanları kulaklarından çivilemek, yapabilseydi bile, asla aklına düşmezdi. Bu Türkler ise çocuklara zulmetmekten zevk alıyorlar—ana rahmindeki bebekleri hançerle kesip almaktan, kundaktaki bebekleri havaya atıp annelerinin gözü önünde süngü ucuyla yakalamaya kadar her şeyi yapıyorlar. Bunu annelerinin gözü önünde yapmak asıl zevk aldıkları şey. Ama Bulgar’ın bana anlattıkları arasında şu sahne özellikle ilgimi çekti. Kollarında bebeğiyle, Türkler arasında çembere alınmış, titreyen bir anneyi gözünün önüne getir. Türkler eğlenceli bir oyun icat ediyorlar; bebeği okşuyor, gülsün diye kendileri gülüyorlar. Sonunda istedikleri oluyor ve bebek gülüyor. Tam o anda Türklerden biri silahını bebeğe doğrultup, yüzünden on santim mesafede tutuyor. Bebek sevinçle kıkırdayıp parlayan silahı minik elleriyle yakalamaya çalışıyor ve sanatkar aniden silahı dosdoğru bebeğin yüzüne sıkıp minik başını paramparça ediyor. Sanatkarane, değil mi? Bu arada, Türklerin tatlı şeyleri çok sevdiklerini söylerler.”


Siz daha önce Dostoyevski'yi seversiniz veya sevmezsiniz. Sizlerle blogumda Dostyevski hakkında bir çok şeyi paylaştım. İyi veya kötü, desteklediğiniz veya desteklemediğiniz.. Kitapları olmadığı haliyle okuyucuya aktarmanın doğru olmadığını ve burada gerçekleştirilen sansürün vahim bir bilinç yozlaşması olduğu gerçeğini değiştirmez. Çevirmenler veya yayınevleri çevirileri olduğu gibi yayınlayıp Dostoyevski okuyup okumayacaklarını okurun kendisine bırakması çok daha sağlıklı bir zihniyet olabilirdi. Aşağıda sansürleyen yayınevi/çevirmen ve sansürlemeyen yayınevi/çevirmen detaylarını iletip, bu içeriği burada sonlandıracağım.. 

Sansürcü Yayınevleri ve Çevirmenler 
 
İLETİŞİM  İngilizce çevirilerde sürekli “Türkler” denirken, Ergin Altay (İletişim, editörü Orhan Pamuk; ) çevirisinde “Türk” veya “Türklerin yanı sıra, son cümle ile tecavüz teması da sansürlenmiş.

 SOSYAL ve CEM: Leyla Soykut (Sosyal; ve daha önce Cem) çevirisinde sadece “Bulgaristan'daki yöneticiler” denmiş.

 MORPA: Zübeyde Erol çevirisinde sadece “İnsanlar” denmiş ve paragrafın ilk yarısı da olduğu gibi sansürlenmiş.

 MEB, ODA, TİMAŞ, ANTİK, İSKELE ve ENGİN:  Nhal Yalaza Taluy (Meb), Metn İlkin (Oda), Recep Şükrü Güngör (Timaş ve Antik) ve Mustafa Bahar (İskele) çevirilerinde paragraf olduğu gibi sansürlenmiş.
 
Nesrin Altınova (Engin) “kadın ve çocuklara tecavüz” yerine “kadın ve çocukları boğazlıyorlarmış” demek dışında sansürlememiş.
( Blog yazarı notu : Kadın ve çocuk boğazlamanın, tecavüzden daha aşağı kalır yanı olduğunu düşünmesi, gerçekten çok ilginç )

Sansürlemeyen Yayınevleri ve Çevirmenler

ÖTEKİ ve ALFA: Ayşe Hacıhasanoğlu (Öteki, 1999) le Koray Karasulu (Alfa, 2005) se hiç sansürlememişler.

CAN: Ayşe Hacıhasanoğlu (2010) sansürlenmemiştir.

[1]Dostoevsky, The Brothers Karamazov, çev. Constance Garnett, ed. Ralph E. Matlaw, Norton & Company, 1976, s. 219-20.



Not: Öpüldünüz.
Dipnot: Sanıyorum Tolstoy'un İtiraflarım adlı eserinde de ciddi bir sansür olayı var. Bir sonraki yazımda ondan bahsedeceğim..
Endipnot: Başlığımızda  "Rengin- Aldatıldık" şarkısında geçen " Aldatıldık aldatıldık. Dünya böyle değil." sözünden esinlenilmiştir.



Benzer şeyler : 










23 Mayıs 2020 Cumartesi

Sigmund Freud'un Stefan Zweig'e Yazdığı, Dosteyevski İçerikli Mektup



Dostoyevski ve Freud



Çok Saygıdeğer Doktor Bey (Stefan Zweig),

Şimdi biraz sakinliğe kavuştum. Yollamış olduğunuz ve İlk haftaların yoğun çalışmaları arasında büyük bir zevkle okuduğum güzel kitabınız için size teşekkür etmeyi bir görev biliyorum. Anlatımınızdaki ustalıkla duygusallığın bir araya gelişi okuru tatmin ediyor, ona ender rastladığı bir mutluluk veriyor. Özellikle cümlelerinizdeki yinelemeler ve güçlendirmelerle anlattığınız kişiye sokuluşunuz ilgimi çekti. Düşlerde saklı olanı yavaş yavaş aydınlığa çıkaran km belirtiler andırıyor.

Karakterler anlatımınızı ince eleyip sık dokumama izin verirseniz, Balzac ve Dickens’deki başarınızın üstün olduğunu söyleyebilirim. Fakat bu çok zor değildir, çünkü her ikisi de kolay ve dosdoğru kişilikli insanlardır. Zor Rus’ta ise bu o kadar kolay değil; pek memnun edici olmamış. Kimi yerde boşluk ve soru işaretleri hissediliyor. İzin verirseniz bazı açıklamalarda bulunmak istiyorum; özellikte de kendini psikopatolojinin elinde bulan Dostoyevski üzerine.

Bana kalırsa siz Dostoyevski'yi sözde bir sara hastası olarak görmemeliydiniz. Onun bu hastalığa tutulmuş olduğu pek doğru değildir. Sara hastalığı organik bir beyin rahatsızlığıdır ve genelde düşün değerini yitirir, verim azalır. Şimdiye kadar düşün gücü çok yüksek tek bir ünlüde böyle bir rahatsızlığa rastlanmıştır; o da duygusal yaşamı üzerine pek az bilgimiz olan düşün devi Alman fizikçi Helmholtz’dur. Sara hastası oldukları savlanan tüm diğer ünlüler gerçekte isteri hastasıydı. Düşçü Lombrosso ikisi arasındaki farkı henüz teşhis edememişti. Bu tıbbi fark çok önemli bir titizliği gerektirir. İster, ruhsal öğelerden oluşmuş bir bileşimdir, kimi insanda sanatının doruğunda kendini gösterir. Bu, hiç çözümlenmemiş, ileriki yıllarda kişinin ruhsal yaşamında ortaya çıkıveren, onu ikiye bölen önemli bir sorunun kalıtı olabilir. Bana kalırsa Dostoyevski’yi anlatırken her şey onun isteri hastalığı üzerine inşa edebilirdiniz. Dostoyevski’nin bünyesinin isteri hastalığına yatkın olduğu etkenin yanı sıra ben kanıtlanmış başka bir etken de çok ilginç buluyorum. Bana bir zamanlar Dostoyevski’nin yaşam öyküsünde bir bölüm göstermişlerdi. Buna göre o kişinin ileri yıllarda ortaya çıkan sağlık sorununun neden, çocukluğunda babasının sert davranışları ve onu cezalandırmış olması olabilir. Ancak bunun nasıl bir ceza olduğu tutulmaktadır. Siz sözünü ettiğim bölümü araştırıp kolayca bulabilirsiniz. Çocukluğunda yaşadığı olaylar ileride travmaya dönüşmüş ve krizlere neden olmuştur.

Dostoyevski’nin bütün yaşamını bahasıyla olan ilişkilerinin yarattığı ruhsal durum etkilemiştir. Çok bilinçli, hatta mazoşist bir boyun eğmeyle öfkeli bir karşı çıkma arasında gidip gelmiştir. Mazoşizm, kendini baskıdan kurtarmak isteyen kişinin suçu kabullenme duygularını içerir.
Sizin düalizm dediğiniz şey ruhsal bir anlaşmazlık, daha doğrusu bir çelişkidir, ruhsal bir kalıtımdır. Rus insanında başka toplumlardan daha çok yer etmiştir. Daha birkaç yıl önce tedavi ettiğimi bir Rus hasta için yazmış olduğum kapsamlı raporda da açıklamıştım. Çocukluğunda yaşadıkları ve ruhsal çelişkisi, isteri hastalığının belirtilerine neden olabilir. Bu ruhsal duruma, nevrotik olmayan Ruslarla, Dostoyevski’nin hemen hemen tüm roman kahramanlarında rastlanır.

Sizin de gözünüzden kaçmadığına emin olduğum, onun edebiyatındaki tuhaflık bizler için yadırgatıcıdır, Rus insanı içinse olağan bir ruhsal durumdur. Öncelikle ızdırap verici, yadırgatıcı ilgilenir. Ancak bu gibi şeyler ruh çözümü olmadan kavranamaz. Baba katilliğini ele aldığı Karamazov Kardeşler Dostoyevski’nin kişisel sorunudur. Başkalarına olan sevgisindeki alışılmamışlıklar, içgüdüsel öfke veya sınırsız acıma, kahramanları seviyor mu, yoksa nefret mi ediyor, seviyorlarsa kimi seviyorlar… Bütün bunların temel onun psikolojisidir.
Patolojik yanlarına vurguladığım için, Dostoyevski’nin ozansal yaratıcı gücünü küçümsüyor olduğumu düşünmeyeceğinizi biliyorum. Fakat şimdi çok uzadığına inandığım mektubu bitirirken bu konunun sabır gerektirdiğini de söylemek isterim.
Tekrar teşekkür eden,içten selamlar yollayan.

Freud.
19 Ekim 1920 Viyana IX. Bölge Berg Sokağı 19
Kaynak: Dostlarla Mektuplaşmalar – Stefan Zweig

22 Mayıs 2020 Cuma

Franz Kafka - Bir Köy Doktoru || Animasyon










Ödüllü kısa animasyon, Kafka'nın bol metafor hikayelerinden Ein Landarzt (Bir Köy Doktoru) olan Japon sanatçı Komi Yamamura'nın uyarlanmasıdır. Hikaye, Kafka'nın söylediği gibi bir animasyon olarak her ayrıntıya sadık kalan kendine özgü ruhu ve rengi ile çok iyi yansıtılabilir, aynı zamanda - tüm Kafkaesque hikayeleri için geçerlidir.


Benzer Okumalar : 




Öpüldünüz..

20 Mayıs 2020 Çarşamba

Dostoyevski ve Albert Camus : Bir Roman - Bir Oyun - Ecinniler


                     


Ecinniler, gelmiş geçmiş en güçlü politik romanlardan biridir. Fransız İhtilalinin de etkisiyle; Rus halkını derinden sarsan ateizm, nihilizm, sosyalizm gibi akımlar üzerine kurulu romanın temel unsurları inanç, ideolojiler ve insanlık hallerdir. 19. yüzyıl Rusyası’nın girdiği ideolojik ve dinî açıdan sıkıntılı dönemler okura sunan, 21. yüzyılda da geçerliğini ve güncelliğini kaybetmeyen bir eserdir Ecinniler. Liberal, muhafazakar, ateist çatışmalarının en şiddetli döneminde ortaya konulan yapıt, ölümsüz konusu ve karakterleriyle günümüz insanına seslenmeyi başaran bir klasik. [Tanıtım bülteninden ]




“Tüm yaşamım boyunca tanrı beni altüst etti. …özgür olması için insan korku ve acının doğurduğu bir hayalet olan tanrının üstesinden gelmeli, kendini öldürmeli.”

“(Bir patlama sesi duyulur. Sessizlik. Oyun yerinde el yordamıyla yapılan hareketler. Peter bir mum yakar, Kirillov’un cesedi aydınlanır.)”


 
Ocak 1959 Albert Camus’nün Fransız televizyonuna verdiği son röportajdan bir kesit. Camus, son oyunu olan ve Dostoyevski’nin aynı adlı romanından uyarlanan Ecinniler’ anlatıyor.



18 Mayıs 2020 Pazartesi

Ernest Hemingway : "Zor bulunanlar çabuk yitirilir bazen." - Yaşlı Adam ve Deniz || Kısa Film



1999, The Old Man and The Sea Short Film



2000 yılında En İyi Kısa Canlandırma Oscar'ını alan bu uyarlama hakkında ilk bakışta göze çarpan olağanüstü bir teknik var: Rus animasyon sanatçısı Aleksander Petrov tarafından üretilen film cam üzerine boya tekniği ile çekildi. Petrov, filminin her karesini, fırça yerine parmaklarını kullanarak A-4 boyutunun dört katı cam yüzeylere boyadı. Geç kuruyan yağlı boya sayesinde çizimlerinin derinliği ve hareketi üzerinde oynayabilen yönetmen, oğlunun filmi bitirmesi için yardım aldı. Yaklaşık 29.000 kareyi bir araya getirerek yukarıdaki sonuca ulaşan baba ve oğul, bu 20 dakikalık filmi tamamlamak için tam iki yıl geçirdi…




Öpüldünüz.

15 Mayıs 2020 Cuma

Kafka'dan Toplumsal Ortaklık Hikayesi : Gemeinschaft




Biz beş arkadaşız; bir gün peş peşe evin birinden dışarı çıktık; ilk çıkan kapının yanında durdu, ardından ikinci çıktı, daha doğrusu bir civa topağı gibi kaydı ve ikincinin yanında yerini aldı, sonra üçüncü, dördüncü ve beşinci çıktı. Sonunda hepimiz bir hizada durduk. İnsanlar bizi fark etmeye başladılar; bizi gösterip "Şu beşi o evden çıktılar," dediler. O zamandan beri birlikte yaşıyoruz; eğer bir altıncı sürekli aramıza katılmaya çalışıyor olmasaydı huzur içinde yaşayacaktık. Bize bir kötülük etmiyor, ama sinirimizi bozuyor ve bu da yeterince kötü; neden istenmediği yere girmeye çalışıyor? Onu tanımıyoruz ve aramıza katılmasını istemiyoruz. Bir zamanlar, elbette, biz beşimiz de birbirimizi tanımıyorduk, hâlâ da birbirimizi tanıdığımız söylenemez, ama beşimiz için caiz ve hoşgörülebilir olan o altıncı için caiz ve hoşgörülebilir değil. Her hâlükârda, biz beş kişiyiz ve altı kişi olmak istemiyoruz. Ve zaten sürekli birlikte olmanın anlamı nedir ki? Bunun beşimiz için de bir anlamı yok, ama işte biz bir aradayız ve bir arada kalacağız; öte yandan, tecrübelerimize dayanarak, yeni bir kaynaşma istemiyoruz. Ama bunu altıncıya nasıl açıklayacaksın? Uzun açıklamalar onu neredeyse aramıza almamızla sonuçlanacaktı, o yüzden açıklama yapmamayı ve onu aramıza almamayı tercih ediyoruz. Suratını nasıl asarsa assın onu dirseklerimizle itiyoruz, ama ne kadar itersek itelim geri geliyor.

Gemeinschaft: Öykünün "cemiyet" ve "cemaat" gibi anlamlara gelen Almanca orijinal ismi kavramlaşmış olduğu için Türkçe çevirisinde de korunmuştur. İngilizceden Türkçeye çeviride Tania ve James Stern tarafından yapılan İngilizce çeviri esas alınmıştır. (kaynak) -çev.


Özlem Akın, 2011
Gemeinschaft animasyonu





Benzer okumalar : 


10 Mayıs 2020 Pazar

Edgar Allan Poe - Gammaz Yürek: "Dinleyin ve nasıl ustalıkla - nasıl sakince size bütün hikayemi anlatıyorum, görün." - Kısa Öykü & Kısa Film

Harry Clarke, 1919


Doğru! Sinirliydim, fena halde sinirliydim, hala da öyleyim ama deli olduğumu da nereden çıkarıyorsunuz? Hastalığım duyularımı keskinleştirmişti, harap etmiş ya da köreltmiş değildi. Hepsinden öte olan, keskin işitme duyusuydu. Cennetteki ve dünyadaki bütün sesleri duyuyordum. Cehennemden gelen pek çok sesi duyuyordum. Söylesenize, nasıl deli olabilirim? Dinleyin ve nasıl ustalıkla - nasıl sakince size bütün hikayemi anlatıyorum, görün.

Fikrin aklıma ilk nasıl geldiğini söylemek imkansız ama aklıma düştüğü andan itibaren beni gece gündüz rahat bırakmadı. Bir amacım yoktu. Bir arzum yoktu. Yaşlı adamı severdim. Bana hiç zararı dokunmazdı. Beni asla kırmazdı. Altınlarında da gözüm yoktu. Beni sinirlendiren… Sanırım, gözleriydi! Evet, buydu! Bir akbabanın gözü vardı onda -- üzerinde ince bir zar, donuk, mavi bir göz--. Ne zaman bakışlarını üzerimde hissetsem kanım donuyordu ve gün geçtikçe, adım adım, yaşlı adamın canını almayı, böylelikle gözlerinden sonsuza dek kurtulmayı kafama koydum Şimdi, mesele şu ki, siz benim deli olduğumu düşünüyorsunuz. Deli dediğin hiçbir şey bilmez. Ama beni bir görmeliydiniz. Nasıl akıllıca davrandığımı görmeliydiniz -- nasıl bir ihtiyatla--, önseziyle, ikiyüzlülükle çalıştım! Yaşlı adama, hiçbir zaman, onu öldürmeden önceki haftada olduğu kadar kibar davranmamıştım. Her gece, gece yarısı civarı, kapısının mandalını çevirip kapıyı usulca açıyordum! Sonra, kapıyı, kafamı sokabileceğim kadar aralayıp siyah bir feneri tamamen kapalı halde, -kapalı ki hiç ışık parlamasın- içeri sokuyordum ve sonra kafamı aralığa yerleştiriyordum. Ah, bir görseydiniz nasıl bir kurnazlıkla kafamı içeri soktuğumu, gülerdiniz. Çok ama çok yavaş bir şekilde hareket ettiriyordum kafamı, yaşlı adamın uykusunu bozmamak için. Kafamı aralığa tamamen yerleştirmek bir saatimi alıyordu, bu şekilde yatağında yatarken onu görebiliyordum. Söylesenize! Deli bir adam bu kadar akıllıca davranabilir miydi? Ve sonra kafam tamamen odanın içindeyken feneri dikkatlice açıyordum -- ama ne dikkatle -- ne dikkatle (menteşeler gıcırdadığı için), feneri onun akbaba gözüne tek bir ince ışık huzmesi düşecek kadar açıyordum. Bunu, her gece tam geceyarısı, yedi uzun gece boyunca yaptım, ama gözü hep kapalı buldum. Bu halde işi halletmek imkansızdı çünkü beni kızdıran yaşlı adam değil onun o Şeytani Gözüydü. Her sabah, gün doğduğunda küstahça odasına gittim ve onunla cesurca konuştum, ona içten bir şekilde seslenip geceyi nasıl geçirdiğini sordum. Görüyorsunuz ya, her gece tam on ikide, uyurken ona baktığımdan şüphelenmesi için gerçekten çok bilge bir ihtiyar olması gerekirdi.

Sekizinci gece, kapıyı açarken her zaman olduğundan daha tedbirliydim. Bir saatin yelkovanı elimin o andaki hareketinden daha hızlı hareket eder. O geceden önce yeteneklerimin, zekamın boyutlarını hiç farketmemiştim. İçimdeki zafer duygusunu zor zaptediyordum. Orada yavaş yavaş kapıyı açtığımı ve onun gizli eylemlerimi ve planlarımı hayal bile etmediğini düşününce kendi kendime kıkırdadım. Sanırım beni duydu çünkü şaşırmış gibi yatağında birden sıçradı. Şimdi geri çekildiğimi düşünebilirsiniz -- ama hayır. Odası zifiri karanlıktı (hırsızlardan korktuğundan panjurlar sımsıkı kapalıydı), bu yüzden kapının açıldığını göremediğini biliyordum ve kararlı bir şekilde kapıyı itmeye devam ettim.

Kafamı içeri soktum ve başparmağım kapının mandalının üzerinden geçtiğinde, yaşlı adam da yatağında sıçrayıp “Kim var orada?” diye haykırdığında, tam feneri açmak üzereydim.
Sessizce durdum ve hiçbir şey söylemedim. Tam bir saat boyunca tek bir kasımı bile kıpırdatmadım ve bu sırada onun yattığını da duymadım. Hala yatağında öylece oturmuş, dinliyordu; tıpkı benim geceler boyunca duvardaki saati dinlediğim gibi.

Ardından, hafif bir inilti duydum ve onun ölümcül korkunun iniltisi olduğunu biliyordum. Acı ya da keder inlemesi değildi o – ah, hayır! Korkuyla dolduğunda ruhun derinliklerinden gelen alçak, boğuk sesti. Sesi iyi tanıyordum. Pek çok gece, tam geceyarısı, bütün dünya uyurken, o ses, beni delirten korkuları şiddetlendirerek göğsümden taşardı. Söyledim ya, sesi iyi tanıyordum. Yaşlı adamın ne hissettiğini biliyordum ve içten içe gülmeme rağmen ona acıdım. Yatağında sıçradığında duyduğu ilk sesten beri uyanık olduğunu biliyordum. O andan itibaren korkuları giderek arttı. Korkularını nedensiz bularak hoş göstermeye çabaladı ama başaramadı. Kendi kendine, “Hiçbir şey değil canım olsa olsa bacadaki rüzgardır, sadece yerde yürüyen bir faredir” ya da “sadece bir cırcırböceği cıvıltısıdır" deyip durdu. Kendini bu varsayımlarla rahatlatmaya çalışıyordu : ama hepsinin boşuna olduğunu anladı. Her şey boşunaydıI, çünkü Ölüm, yaklaşırken kara gölgesiyle, kurbanı sinsice çevrelemiş ve ağına düşürmüştü. Beni görmemesine ve duymamasına rağmen, kafamın odadaki varlığını hissettiren, algılayamadığı gölgenin sarsıcı etkisiydi.

Onun yattığını duymadan uzun bir süre sabırlı bir şekilde bekledikten sonra, feneri --çok ama çok az-- açmaya karar verdim. Açtım -- tahmin edemezsiniz nasıl sinsice, nasıl sinsice -- en sonunda fenerden fırlayan tek, belli belirsiz bir ışık huzmesi, örümcek ağı gibi onun akbaba gözüne düşene dek.

Göz açıktı, tamamen açıktı, ona bakarken gitgide öfkelendim. Açık seçik gördüm -- iliğimi kemiğimi donduran üzerindeki korkunç deriyle, o donuk mavi --; ama sanki içgüdüsel olarak ışığı o allahın belası noktaya yönelttiğim için yaşlı adamın başka hiçbir yerini, yüzünü ya da bedenini göremiyordum.

Sizin delilik sandığınız şeyin aslında duyuların aşırı keskinleşmesi olduğunu söylememiş miydim? Sonra, kulağıma, pamuğa sarıldığında bir saatin çıkardığına benzer hafif, boğuk, seri bir ses geldi. Bu sesi de iyi tanıyordum. Yaşlı adamın kalp atışıydı. Nasıl ki bir davulun tamtamları askerin cesaretini kamçılar, o ses de benim öfkemi kamçılıyordu.

Ama kendimi tuttum ve hiç kıpırdamadım. Nefesimi bile tutmaya çalıştım. Feneri hiç hareket ettirmedim. Işığı gözünde nasıl sabit tutabileceğimi denedim. Bu arada kalbin korkunç gürültüsü arttı. Ses, her saniye, giderek hızlandı ve yükseldikçe yükseldi. Yaşlı adamın korkusu had safhada olmalıydı. Dediğim gibi, ses yükseldi, her saniye yükseldi! -- Beni dikkatlice dinliyor musunuz ? Size gergin olduğumu söylemiştim: öyleyim. Gecenin bir yarısı, yaşlı evin ürpertici sessizliğinde, böylesine tuhaf bir ses beni kontrol edilemez bir korkuyla heyecanlandırdı. Ama birkaç dakika daha kendimi tuttum, hiç kıpırdamadan durdum. Kalbin vuruşu giderek yükseliyordu, giderek! Kalbi patlayacak sandım artık. Sonra yeni bir endişeye kapıldım – ses bir komşu tarafından duyulabilirdi! Yaşlı adamın vakti gelmişti artık! Gürültülü bir nidayla feneri açıp odaya daldım. Bir kez çığlık attı -- sadece bir kez. Bir anda onu yere fırlattım ve ağır yatağı üstüne bastırdım. Umarsızca güldüm sonra, eylemi bu kadar çabuk bitirdiğimi görünce. Fakat, bir süre daha, kalbi boğuk bir sesle atmaya devam etti. Ama bu beni sinirlendirmedi; ses, duvardan öteye duyulamazdı. En sonunda durdu. Yaşlı adam ölmüştü. Yatağı üstünden çektim ve cesedi inceledim. Evet, kesinlikle ölmüştü. Elimi kalbinin üzerine koydum ve dakikalarca orada tuttum. Kalp atışı yoktu.
Evet, kesinlikle ölmüştü. Artık gözleri canımı sıkmayacaktı.

Hala deli olduğumu düşünüyorsanız, cesedi saklamak için aldığım akıllıca önlemleri anlattıktan sonra öyle düşünmeyeceksiniz. Gece sona yaklaşıyordu ve ben de acele davranıyordum ama sessizce. Önce cesedi parçalara ayırdım. Kafasını, kollarını ve bacaklarını kestim.

Odanın tabanından üç döşeme tahtasını söktüm ve parçaladığım cesedi döşemelerin arasına yerleştirdim. Sonra da tahtaları öyle akıllıca öyle kurnazca geri yerleştirdim ki hiçbir insan gözü -- onunki bile -- bir gariplik olduğunu fark edemezdi. Temizlenecek hiçbir şey yoktu -- hiçbir iz – ne bir kan lekesi ne başka bir şey. Bunun olmaması için çok tedbirli davranmıştım. Küvette halletmiştim hepsini. ha! ha!

Bütün bu uğraşların sonunda, saat sabaha karşı dört olmuştu -- hala geceyarısı gibi karanlıktı. Saat tam dörde vurduğunda, sokak kapısında bir tıklama işittim. Kaygısız bir şekilde kapıyı açmaya gittim, Korkacak neyim vardı ki? Kendilerini büyük bir nezaketle polis memuru olarak tanıtan üç adam girdi. Gece, komşular tarafından bir çığlık duyulmuş: cinayet işlendiği şüphesi uyanmış; bilgi, polis merkezine ulaşmış ve onlar da (polis memurları) çevreyi incelemek üzere atanmışlar.

Gülümsedim, ne için korkacaktım ki? İçtenlikle karşıladım onları. Çığlık, rüyamda attığım kendi çığlığımdı, dedim. Yaşlı adamın kasabada olmadığını söyledim. Ziyaretçilerime evin her yerini gösterdim. Onlara araştırmalarını, iyice araştırmalarını söyledim. En sonunda, onun odasına bile götürdüm. Onun hiç dokunulmamış, emin ellerdeki değerli eşyalarını gösterdim. Güvenimin verdiği rahatlıkla, odaya sandalyeler getirdim ve oturup yorgunluklarını atmalarını diledim, bense, harikulade zaferimin vahşi küstahlığıyla, kendi sandalyemi, tam altında kurbanın cesedinin olduğu noktaya koydum.

Memurlar memnunlardı. Tutumum onları ikna etmişti. Ben, özellikle rahattım. Neşeli neşeli cevaplar veriyordum, onlar da oturdular, havadan sudan konuştular. Ama, çok geçmeden, giderek solduğumu hissettim ve gitmelerini diledim. Başım ağrıyordu ve kulaklarımda bir çınlama vardı; ama onlar hala oturmuş sohbet ediyorlardı. Çınlama daha bir belirgin oldu: o histen kurtulmak için daha serbestçe konuştum: ama devam etti ve daha da belirgin hale geldi, en sonunda sesin kulaklarımdan değil başka yerden geldiğini anlayana dek.

Hiç şüphesiz daha da solgunlaştım; ama daha akıcı konuşuyordum ve daha yüksek bir tonla. Ses, yine de yükseldi – ne yapabilirdim ki ? Hafif, boğuk, seri bir sesti.  Pamuğa sarıldığında bir saatin çıkardığına benzeyen. Nefesimi tuttum ama yine de memurlar sesi duymadı. Daha hızlı, daha hararetli bir şekilde konuştum ama ses giderek artıyordu. Ayağa kalktım ve heyecanlı bir şekilde, abartılı mimiklerle önemsiz şeyler üzerine konuştum, ama ses giderek arttı. Ne diye gitmiyorlardı ki? Adamların gözlemlerinden öfkelenmiş de telaşlanmış gibi ağır adımlarla ileri geri yürüyordum, ama ses giderek artıyordu. Allah aşkına! Ne yapabilirdim? Köpürdüm, bağırıp çağırdım, küfrettim! Oturduğum sandalyeyi kaldırdım ve tahtaların üzerine çarptım ama ses iyice yükseldi ve giderek arttı. Çıktıkça çıktı yükseğe -- daha yükseğe -- daha da yükseğe ! Adamlar hala gülümseyip hallerinden memnun, sohbet ediyorlardı. Duymamaları mümkün müydü? Bırak Allah aşkına! -- hayır, hayır? Duymuşlardı! -- şüphelenmişlerdi!  ve biliyorlardı! Korkumla eğleniyorlardı!  bunu düşündüm ve hala da öyle düşünüyorum. Ne olursa olsun, bu ızdıraptan daha iyiydi! Ne olursa olsun, bu alay edişten daha dayanılırdı! O sahte gülümsemelere daha fazla katlanamazdım! Haykırmazsam ölecekmişim gibi hissettim! ve şimdi, işte yine, dinleyin! daha yüksek! daha yüksek! daha yüksek! Daha yüksek!!

“Adi herifler!” diye bağırdım, bırakın ikiyüzlülüğü artık! Kabul ediyorum suçumu!  tahtaları sökün! burada, burada! -- bu onun korkunç kalbinin atışı! ”

Çeviren: Gül Şahin
Kaynak: POE, Edgar A. “The Tell-tale Heart”, The fall of the House of Usher and other writings : poems, tales, essays, and reviews ; edited with an introduction and notes by David Galloway, London ; New York : Penguin, 2003



The Tell-Tale Heart / Gammaz Yürek - 1953 (Türkçe Alt Yazılı Kısa Film)





5 Mayıs 2020 Salı

1 AY!! - YouTube ve Kitap Arşivi ( PDF ) ♥️





Selaaam, tam 1 ay önce bu yolculuğa başladım.. Ve bu bir ayda inanılmaz keyif aldım. Hem öğreniyor, hem sizde öğrenin diye paylaşıyorum. Birilerine bir şeyler katmak kadar güzel bir şey yok benim için. İyi veya kötü (gönderilerin kime ne kattığı kişisel olarak değişebilir ) bir çok şey öğrendim, öğrendik bu 1 ayda.. Devamı gelecek... Nice güzel aylara, yıllara.. Bol kitaplı, müzikli, filmli, sanatlı aylarımız, yıllarımız olsun..

Bu arada kendime kadar bloggerlığım dışında birde sesli kitap işine girdim. Aşağıya şu ana kadar seslendirdiğim kitapların linklerini bırakıyorum.. Ayrıca pdf olarak bir kitap arşivim de bulunmakta.. Eğer bu yazıyı okuyorsan ve pdf olarak istediğin bir kitap olursa mutlaka bana ulaş. Eğer elimde varsa iletebilirim. Hadi yine iyisiniz, 1. ay kutlamasını böyle yapmış oluruz..🎈

♫ Sesli Kitap Linkleri Şöyle,

Fyodor M. Dostoyevski - Yeraltından Notlar

Stefan Zweig - Rahel Tanrı'yla Hesaplaşıyor


✩ Şimdi buraya da bana ulaşabileceğiniz hesapları bırakıyorum, pdf kitap arşivim için ulaşabilirsiniz.


Facebook

Instagram

Twitter

1000kitap


Öpüldünüz.

2 Mayıs 2020 Cumartesi

Schopenhauer : "Okurken zihnimiz aslında başka birisinin düşüncelerinin oyun alanından başka bir şey değildir."



Okurken bir başka kimse bizim için düşünür: Biz sadece onun zihin sürecini takip etmekle yetiniriz. Nasıl ki yazmayı öğrenirken talebe öğretmen tarafından kalemle çizilmiş çizgileri takip eder: Okurken de tıpkı bunun gibidir; düşünme işinin büyük bölümü zaten bizim için bitirilmiştir.
Bunun içindir ki kendi düşüncelerimizle meşgul olduktan sonra elimize bir kitap almak her zaman bizi bir parça rahatlatır. fakat okurken zihnimiz aslında başka birisinin düşüncelerinin oyun alanından başka bir şey değildir; ve sonunda onlar bizden ayrılır, geriye kalan nedir? Ve dolayısıyla öyle olur ki çok fazla-yani neredeyse bütün gün okuyan ve arada düşünmeksizin, eğlence yahut meşgale ile kendisini eğlendiren kimse, yavaş yavaş kendi kendine düşünme yeteneğini kaybeder. tıpkı at üstünden inmeyen bir adamın sonunda yürümeyi unutması gibi. Birçok eğitimli insanın durumu bundan pek farklı değildir: Okumak onları ahmaklaştırır. Çünkü her boş vakitte okumak ve sürekli olarak sadece okumak zihni mütemadiyen elle çalışmaktan daha fazla felç edici bir etkiye sahiptir. zira bu ikinci durumda uğraş kişiye kendi düşüncelerini takip edebilme imkanı sunar.
Nasıl ki yabancı bir cismin ağırlığı üzerinden hiç eksik olmayan bir çelik yay sonunda esnekliğini kaybeder; başka bir kimsenin düşünceleri sürekli olarak üzerinde bir baskı yahut tazyik unsuru olarak varlığını koruyan bir zihin de körelir. keskinliğini kaybeder. Sürekli yiyerek bir kimse midesini bozar ve böylelikle bütün bedenine zarar verirse, zihin de düşünce malzemesiyle lüzumundan fazla beslenerek boğulabilir. Çünkü bir kimse ne kadar fazla okursa okuduklarından kalan izler de kaçınılmaz olarak o kadar az olacaktır: Zihin üzerine tekrar tekrar yazı yazılan bir tablete benzer. Derin derin düşünmeye zaman yoktur, ve okunan şeyler ancak derin düşünmeyle hazmedilebilir, nasıl ki aldığımız gıdalar bizi yemekle değil sindirimle beslerse.
Eğer bir kimse daha sonra üzerinde durup düşünmeksizin sürekli okursa okudukları kök salmaz. büyük bölümü itibariyle kaybolur. Gerçekten de bedensel gıdalarımızla zihinsel gıdalarımız arasında durum hemen hemen aynıdır: insanın yediklerinin beşte biri ancak hazmedilir, geri kalan buharlaşmayla terlemeyle ve benzeri şekilde kaybolup gider.
Bütün bunlardan kağıt üzerine dökülen düşüncelerin kumsaldaki ayak izlerinden farklı olmadığı sonucuna varılabilir:
Doğru, adamın yürüdüğü yolu görürsünüz, fakat yolda ne gördüğünü bilmek için onun gözlerine ihtiyaç duyarsınız.

OKUMAK, YAZMAK VE YAŞAMAK ÜZERİNE
Arthur Schopenhauer
Say yayınları
Çeviren:Ahmet Aydoğan

30 Nisan 2020 Perşembe

Ölümün Nefesinde Felsefe: Friedrich Nieztsche'nin Son Görüntüleri





Ölüm güç bir şeydir. Ölümün son iyiliği, bir daha ölümün olmamasıdır, diye düşünürüm her zaman.
Nietzsche Ağladığında, Irvin D. Yalom



28 Nisan 2020 Salı

Lev Nikolay Tolstoy - İtiraflarım III



Bölüm III

Böylece, kendimi bu deliliğe kaptırarak evlenene kadar bir altı yıl daha bu şekilde yaşadım. Bu süre zarfında yurt dışına çıktım. Avrupa'daki insanların hayat tarzı ve benim önde gelen aydın Avrupalılarla (Not: Ruslar çoğunlukla Avrupalılar ile kendileri arasında bir ayrım yaparlar) olan yalcınlığım mükemmel insan olma yolunda çaba göstermeye olan inancımı daha da pekiştirdi. çünkü aynı inanca onlarda da rastladım. Bu inanç bende de günümüz eğitimli insanlarının çoğunda görülen o yaygın şekliyle yer etti. Bu inanç, ifadesini 'ilerleme' sözcüğünde buluyordu. Bana o zamanlar bu sözcüğün başka bir anlamı varmış gibi geliyordu. En doğru şekilde "Nasıl yaşarım?" sorusuyla kendime işkence çektirdiğim (hayata bağlı her insan gibi) ve cevap olarak "İlerlemeye uygun olarak yaşa."yı verdiğim zamanlar henüz sadece, kayığı rüzgar ve dalgalarca sürüklenirken kendisi için hayati ve tek soru olan "Dümeni ne tarafa kırmalı?" sorusuna "Biz bir yerlere sürükleniyoruz?" cevabını veren adama benzediğimi bilmiyordum. O zamanlar bunun farkında değildim. Sadece zaman zaman akıl yürüterek olmasa da içgüdülerimle -insanların hayatı anlamalarındaki eksikliklerini gizlemede kullandıkları, günümüzün bir hayli yaygın olan bu batıl inancına isyan ettiğim oluyordu. Örneğin, Paris'te kaldığım sırada tanık olduğum bir infaz bana ilerlemeye olan batıl inancımın tutarsızlığını göstermişti.

 Kafanın bedenden ayrılışını ve her ikisinin ayrı ayrı sandığın içine gürültüyle düşüşlerini gördüğümde, sadece aklımla değil ama bütün varlığımla anladım ki, günümüzün ilerlemelerine ait akla dayalı hiçbir kuram, yapılan bu işi haklı çıkaramazdı ve dünya var olalı beri herkes bu işi, hangi kuram çerçevesinde olursa olsun, gerekli görmüş olsa da ben bunun gereksiz ve kötü bir şey olduğunu biliyordum. Bu yüzden iyiyle kötünün ne olduğuna insanların söyledikleri ve yaptıklarına bakılarak karar verilemez. İlerlemenin kendisi de hakem olamaz. Hakem benim yüreğimdir. Hakem kendimdir. 


Hayatta bir rehber olarak ilerlemeye duyulan inancın batıl ve eksik bir inanç olduğunu fark edişim bir de ağabeyimin ölümüyle oldu. Akıllı, iyi yürekli ve ağırbaşlı bir insan olan ağabeyim, henüz çok genç yaşta hastalandı ve bir yıldan fazla bir süre hastalığı çektikten sonra niçin yaşadığını ve hele de, niçin ölmek zorunda olduğunu anlayamadan acılar içerisinde can verdi. Var olan hiçbir kuram ağabeyimin bu yavaş ve ağrılı ölüm sürecinde bana ya da ona bu soruların yanıtlarını veremezdi. Ancak buralar benim inancımı sorguladığım nadir olaylardı ve ben gerçekte bir tek ilerlemeye inandığımı söyleyerek yaşamaya devam ediyordum. "Her şey tekamül eder, ben de her şeyle birlikte tekamül ederim. Benim de niçin her şeyle birlikte tekamül ettiğim bir gün ortaya çıkacaktır." İnancımı tam da o zamanlar formüle etmiş olmalıyım. Yurt dışından döndükten sonra taşraya yerleştim ve köy okullarında öğretmenlik yapmayı denedim. Bu işten özellikle zevk alıyordum, çünkü bu işte yazarak insanları eğitmeye çalıştığım zamanlarda kendisini bana açık seçik belli eden ve gözlerini dikip yüzüme bakan o sahtelik duygusuyla karşı karşıya gelmek zorunda kalmıyordum. Orada da gene ilerlemeyi savundum, ama artık ilerlemeye eleştirel bir gözle bakıyordum. Kendi kendime şöyle diyordum: "Gelişim aşamalarının bazılarında ilerleme yanlış yönde gerçekleşmiştir. İnsanın ilkel köylü çocuklarına tam bir özgürlükçü düşünceyle yaklaşması ve ilerlemenin hangi yolunu isterlerse o yolu seçmekte özgür bırakması gerekir." Gerçekte ise aynı çözümsüz sorunun etrafında dönüp duruyordum. O sorun şuydu: Kişi ne öğreteceğini bilmeden nasıl öğretecekti? 

Edebi faaliyetlerin üst düzeyde yürütüldüğü o camianın içindeyken kişinin ne öğreteceğini bilmeden öğretme işini yapamayacağını fark etmiştim. Çünkü herkesin farklı farklı şekillerde öğrettiklerini gözlemlemiştim. Aralarında kavga ederek başarılı oldukları tek konu sadece birbirlerinden cehaletlerini saklamaktı. Orada, o köylü çocuklarla, onları istediklerini öğrenmekte özgür bırakarak, bu sıkıntıyı hiç yaşamamam gerektiğini düşündüm. Faydalı hiçbir şey öğretemeyeceğimi ruhumun derinliklerinde bilip de -çünkü neyin faydalı olduğunu kendisinin bilmediğini de biliyordum -bir yandan da kendimi öğretme arzumu tatmin çabası içinde buluvermek, şimdi hatırladıkça, komiğime gidiyor. Öğretmenlik işinde bir yılımı geçirdikten sonra kendim hiçbir şey bilmeden insanlara nasıl öğretmenlik yapabileceğimi keşfetmek amacıyla ikinci kez yurt dışına çıktım. Sanırım bunun nasıl yapılabileceğini köylü ayaklanmasının olduğu o sene (1861), yurt dışında öğrendim.


Rusya'ya bütün bu bilgelikle donanmış ve de bir Ara bulucu* olarak döndüm. Hem okullarda cahil köylüleri hem de yayınladığım dergi yoluyla okumuş sınıfları eğitme işine soyundum. İşler yolunda gidiyor gibiydi, ancak ben kendimi ruhen çok sağlıklı hissetmiyor ve işlerin bu şekilde uzun süre devam edemeyeceğini düşünüyordum. Eğer ki hayatın henüz keşfetmediğim ve bana mutluluk vaat eden bir yönü. *Köylülerle toprak sahipleri arasında ara bulan kimse. (Çevirmenin notu) ha -evliliğim -olmamış olsaydı, on beş yıl sonra varacak olduğum o çaresizlik noktasına belki o günlerde varmam gerekirdi. Bir yıl boyunca kendimi bu ara buluculuk işiyle, okullarla ve dergiyle meşgul ettim. Sonunda o kadar yıprandım -özellikle de kafa karışıklığımın bir sonucu olarak ara bulucu olarak işim o kadar zordu, okullarda yürüttüğüm faaliyetlerin sonuçları o kadar belli belirsizdi ve dergide üstünkörü kaleme alınmış olan yazılarım (ki hepsi sonuçta aynı kapıya çıkıyordu: Herkesi eğitme ve bunu yaparken de neyi öğreteceğimi kendisinin de bilmediği gerçeğini saklama isteğine) o kadar iticiydi ki, hastalandım. Hastalığım fiziksel olmaktan çok ruhsal bir rahatsızlıktı. Her şeyi bir kenara bırakarak taze hava solumak, kımız içmek ve sadece hayvanlar gibi bir hayat sürmek için bozkırlara, Başkırların yanına gittim. Oradan dönüşte evlendim. Mutlu evlilik hayatının yeni koşulları yönümü hayatın anlamını bulma arayışlarından başka bir tarafa çevirdi. O dönemde bütün hayatının odak noktası ailem, karım ve çocuklarım; dolayısıyla da gelirimizi artırma arayışlarıydı. Kendimi ahlaki açıdan mükemmel hale getirme uğraşım yerini -ki sonradan bu, kendimi hayatın her alanında mükemmelleştirme, yani ilerleme uğraşıyla yer değiştirecekti -şimdi de basitçe kendim ve ailem için mümkün olan en iyi hayat koşullarını oluşturına çabasına bırakmıştı. Bu şekilde bir on beş yıl daha geçti. Artık gözümde yazarlığın hiçbir öneminin kalmamış olmasına rağmen, benim o değersiz çalışmalarıma verilen büyük maddi ödüller ve tutulan alkışların baştan çıkarıcılığı karşısında ben de kendimi yazmaya, sadece maddi durumumu iyileştirmek ve kendi hayatırnın ve genel olarak hayatın anlamına yönelik ruhumda yükseleno soruları bastırmak amacıyla adadım. Şöyle yazdım: Benim için tek olan gerçeği, yani insanın kendisi ve ailesi için en iyi imkanları sağlamak amacıyla yaşaması gerekliliğini öğreteceğim. Bu şekilde yaşamaya devam ettim, ama bundan beş yıl önce bana çok tuhaf bir şey olmaya başladı. İlk başlarda bir kafa kanşıklığına ve hayatın durmuş olduğu gibi bir hisse kapıldım. Ne yapmam ve hayatımı nasıl yaşamam gerektiğini bilemiyordum, kendimi kaybolmuş ve keyifsiz hissediyordum. Ancak bu durum çok sürmedi ve ben de eskisi gibi yaşamaya devam ettim. Sonra bu kafa kanşıklığı gitgide daha sık ve hep aynı şekilde nüksetmeye başladı. Bu dönemlerde aklıma hep şu sorular geliyordu: Ne için? Amacın ne? İlkin bunlar bana amaçsız ve alakasız sorular gibi geliyordu. Cevapların herkesçe bilindiğini, çözümü bulmak istersem bunun beni fazla uğraştırmayacağını, sadece o an o işe ayıracak vaktim olmadığını, ama istediğim takdirde cevabı bulabileceğimi düşünüyordum. Ne var ki, sorular kafamda daha sık tekrarlanır ve gitgide daha büyük bir ısrarla cevap bekler olmuşlardı. Hep aynı yere düşen mürekkep damlaları gibi hep birlikte bir kara lekede toplanmışlardı. Sonra benim başıma da ölümcül bir iç hastalığına yakalanan herkesin başına gelenler geldi. İlkin önemsiz rahatsızlık belirtileri ortaya çıkar, ki hasta kişi bunları hiç umursamaz. Sonra bu belirtiler gitgide daha sık ortaya çıkmaya başlar ve birleşerek kesintisiz bir ıstırap sürecine dönüşür. Istırap artar ve hasta adam ne olup bittiğini anlamadan, ufak bir rahatsızlık sandığı şey onun için çoktan dünyadaki en önemli şeye -ölüme-dönüşmüştür bile! İşte benim başıma gelen de bundan farksızdı. Bunun rastgele bir rahatsızlık olmadığını, çok önemli bir şey olduğunu anlamıştım ve eğer bu sorular kafamda tekrarlanıp duracaksa, o halde onların cevaplarını bulmam gerekirdi. Ben de o cevapları bulmaya çalıştım. 

Sorular çok aptalca, basit ve çocukça geliyordu. Ama o soruları ele alır almaz ve de çözmeye çalışır çalışmaz derhal şuna kani oldum ki, ilk olarak, bu sorular çocukça ve aptalca değil, hayattaki en önemli ve derin sorulardı. ikinci olarak da, madem ki Samara'daki malikanemle, oğlumun eğitimiyle, ya da bir kitap yazmakla iştigal ediyordum, o halde bütün bunları niçin yaptığımı bilmek zorundaydım. Bunların için yaptığımı bilmediğim sürece hiçbir şey yapamaz ve de yaşayamazdım. Beni bir hayli meşgul eden bir konu olan malikanenin idaresi konusunu düşündüğüm anlarda aklıma birdenbire şu soru gelirdi: "Haydi bakalım, Samara'da 6.000 desyatinalık* bir arazin ve 300 atın olacak, peki ya sonra?" ... Zihnim alt üst olmuştu ve ne düşüneceğimi bilemiyordum. Ya da, çocuklarımın eğitimleriyle ilgili planlar yaparken kendi kendime şöyle derdim: "Ne için?" Ya da, "köylülerin nasıl kalkınacaklarını düşünürken birdenbire kendi kendime şöyle söylerdim: "Ama bunun benim için ne önemi var ki?" Ya da çalışmalarımın bana sağlayacağı ünü düşününce kendime şöyle derdim: "Haydi bakalım, Gogol'dan ya da Puşkin'den ya da Shakespeare'den ya da Moliere'den ya da dünyadaki geri kalan bütün yazarlardan daha ünlü olacaksın! Olacaksın da ne olacak?" Ve bu sorulara hiçbir şekilde cevap bulamıyordum. Bu sorular bekletilmeye gelmezdi ve acil olarak cevaplanmaları gerekiyordu. Onlara cevap bulamadığım takdirde yaşamam imkansızdı. Ama hiçbir cevap da yoktu. Üzerinde durduğum şeyin çökmüş olduğunu ve ayaklarımın altında hiçbir şeyin olmadığını hissediyordum. Üzerine hayatımı kurduğum o şey artık yoktu ve ondan geriye hiçbir şey kalmamıştı. Bir desyatina yaklaşık on bir metrekaredir. (Çevirmenin notu)

Kaynak: 
Lev Nikolay Tolstoy - İtiraflarım, antik kitap

27 Nisan 2020 Pazartesi

Lev Nikolay Tolstoy - İtiraflarım II


Bölüm II

Bir gün gençliğimin o on yıllık dönemini kapsayan dokunaklı ve öğretici hayat hikayemi anlatacağım. Sanırım pek çok kişi de benimle aynı deneyimden geçti. Bütün ruhumla iyi bir insan olmayı arzuluyordum. Ama iyi bir insan olmanın peşinde koşmak için çok genç, tutkulu ve yalnız, yapayalnızdım. Bu samimi arzumu, yani ahlaki bakımdan iyi bir insan olma arzumu her dile getirişimde aşağılanma ve alayla karşılaştım. Ne zaman adi ihtiraslara teslim oldum, o zaman insanlar beni övdüler ve teşvik ettiler.

Hırs, iktidar düşkünlüğü, açgözlülük, şehvet, kibir, öfke ve intikam -bunların hepsi saygı gören şeylerdi. Bu hırslara teslim olarak ben de büyüklerim gibi oldum ve bu şekilde onların beni onayladıklarını hissettim. Yanında kaldığım müşfik teyzem, ki kendisi insanların en hasıdır, bana daima benim için hayatta evlenmemden daha çok istediği bir şeyin olmadığını söylerdi. 'Rien ne [orme un juene homme, comme une liaison avec une [emme comme il [aut': (Hiçbir şey bir erkeğin kişiliğini iyi aile terbiyesi almış bir kadınla kuracağı yakınlık kadar geliştiremez.) Teyzemin benim için dilediği bir başka mutluluk da benim emir subayı ve de mümkünse İmparatorun emir subayı olmamdı. Ama benim için dilediği mutlulukların en büyüğü benim zengin bir kadınla evlenip mümkün olduğu kadar çok sayıda serfe (tarım işçisi) sahip olmamdı. O yılları dehşet, nefret ve de yüreğimde bir sızı olmaksızın hatırlayamıyorum. Savaşta insanlar öldürdüm ve gene öldürmek amacıyla insanları düelloya davet ettim. Kumarda kaybettim, köylülerin emeklerini çar çur ettim, onları cezalara çarptırdım, ahlaksız bir hayat sürdüm ve insanları kandırdım. Yalan, soygun, her türlü zina, sarhoşluk, şiddet, cinayet, işlemediğim tek bir suç bile kalmamıştı, ama benim çağdaşlarım beni nispeten ahlaklı bir insan olarak gördüler ve de görüyorlar. Bu şekilde on yıl yaşadım. O dönemde kendini beğenmişliğe, açgözlülüğe ve kibre dair yazmaya başladım. Yazarken de hayatta yaptığımın aynısını yapıyordurn; üne ve paraya kavuşmak için yazıyordum ve bunun için iyiyi saklamam ve kötüyü göstermem gerekiyordu. Ben de öyle yaptım. Hayatıma anlamını veren iyi insan olma düşüncesine yönelik gayretlerimi aldırmazlık ve hatta şaka yollu alaya alma maskesi altında az mı gizlemeye çalıştım?! Bunda da başarılı oldum ve övgüler aldım. 

Savaştan sonra yirmi altı yaşında' Petersburg'a geri döndüm ve yazarlarla tanıştım. Beni kendilerinden biriymiş gibi karşıladılar ve pohpohladılar. Ben daha alternatiflerimi araştırmadan, aralarına girmiş olduğum bu yazarlar grubunun hayat görüşlerini benimsemiş oldum ve bu görüşler benim daha iyi bir insan olma yolundaki eski çabalarımın izlerini bütünüyle ortadan kaldırdı. çünkü bu görüşler benim sürdüğüm sefih hayatı haklı çıkaran bir kuram ortaya koyuyorlardı. Bu insanların, yani yazar yoldaşlarımın hayat görüşleri şu Aslında o zamanlar yirmi yedi yaşındaydı. (Çevirmenin notu) şekildeydi: Genel olarak hayat tekamül etmeye devam etmektedir ve bu tekamülde en büyük rol, biz fıkir üreten insanlara düşmektedir. Bu fikir üreten insanlar arasında en büyük nüfuza ise biz sanatçılar sahibiz. Bizim mesleğimiz insanlığa öğretmenlik yapmaktır. Akla hemen şu soru gelebilir: Ben ne biliyorum ve ne öğretebilirim? Bu kuramda açıklandığına göre bunun bilinmesine gerek yoktu. Sanatçı kendisi farkında olmadan öğretir, Hayranlık uyandıran bir sanatçı olarak kabul ediliyordum ve bu kuramı benimsememden doğal bir şey olamazdı. Bir sanatçı olarak ben yazıp çiziyor ve insanları eğitiyordum. Ama ne öğrettiğimi ben de bilmiyordum ve bu işin karşılığında belli bir ücret alıyor, nefıs yemekler yiyor, harika bir yerde kalıyor, muhteşem kadınlarla birlikte oluyor ve mükemmel bir camianın içinde yer alıyordum. ünlü biriydim, bu da öğrettiklerimin doğru şeyler olduğunu gösteriyordu. Sanatın anlamına ve hayatın tekamülüne olan bu inanç bir dindi ve ben bu dinin papazlarından biriydim. Bu dinin papazlarından biri olmak eğlenceli ve karlı bir şeydi. Epeyce bir süre bu inancın içerisinde doğruluğundan şüphe duymadan yaşadım. Ama bu hayatın ikinci, daha çok da üçüncü yılında bu dinin yanılmazlığından şüphe duymaya başladım ve araştırmaya giriştim. Şüphe duymama yol açan ilk sebep bu dinin papazlannın kendi aralarında anlaşamadıklarını fark etmeye başlamamdı. içlerinden bazıları şöyle diyordu: En ivi ve ei) yararlı öğretmenler bizleriz, biz gerekli olan şeyleri öğretiyoruz, ama diğerleri yanlış şeyler öğretiyor. Diğerleri de şöyle söylüyordu: Hayır! Gerçek öğretmenler bizleriz, asıl siz yanlış şeyler öğretiyorsunuz. Ve bu şekilde birbirleriyle tartışıyor, kavga ediyor, birbirlerine küfrediyor, birbirlerini faka ve tongaya bastırıyorlardı. Aramızdaki pek çok kişi ise kimin haklı kimin haksız olduğunu umursamadan, mesleğimizi kullanarak açgözlü emellerine ulaşmayı hedefliyordu sadece. Bütün bunlar karşısında inandığımız şeylerin doğruluğunu sorgulamaya mecbur kaldım.Dahası, bu inancın fıkir babasının ilkelerinin doğruluğundan şüphe duymaya başladıktan sonra ona bağlı papazlan da daha bir yakından gözlernlemeye başladım. Ve şuna ikna oldum ki, bu dine mensup olan neredeyse bütün papazlar, yani yazarlar ahlaksız kimselerdi ve çoğu eski sefih ve askerlik hayatımda tanıdıklarımdan çok daha aşağılık, kötü, değersiz kişilikte insanlardı. Ama sadece çok kutsal kişilerde ya da kutsallığın ne demek olduğunu bilmeyen insanlarda rastlanabilecek bir şekilde, kendilerine güvenleri ve kendilerinden memnun bir halleri vardı. Bu insanlardan tiksinmeye başladım, kendimden de tiksinmeye başladım ve bu inancın sahtekarlıktan başka bir şey olmadığım anladım. Ancak söylemesi tuhaftır, bu sahtekarlığı fark etmiş ve reddetmiş olmama rağmen bana bu insanların vermiş oldukları unvanı, sanatçılık ve öğretmenlik unvanını reddetmedim. Bir sanatçı olduğumu ve ne öğrettiğimi bilmesem de herkese öğretmenlik yapabileceğimi saf bir şekilde düşünüyor ve düşündüğüm gibi de hareket ediyordum. 

Bu insanlarla kurduğum yakınlıktan yeni kötü huylar -anormal derecede büyük bir kibir ve ne öğrettiğimi bilmesem de, insanlara öğretmenlik yapmanın benim mesleğim olduğuna dair delice bir öz güven edinmiştim. O zamanları, kendirnin ve o insanların halet-i ruhiyelerini hatırlamak (gerçi o insanlardan bugün binlerce var) korkunç, üzücü ve gülünç bir şey ve bende insanın bir tımarhanede hissedebileceği türden duygular uyandırıyor. O zamanlar hepimiz mümkün olduğunca kısa sürede ve mümkün olduğunca çok miktarlarda konuşmamız, yazmamız ve eser yayınlamamız gerektiğine ve bütün bunların insanlığın iyiliği için olduğuna inanıyorduk, Ve binlercemiz birbirimizle ters düşerek, birbirimize küfürler ederek eserler yayınlamaya, yazmaya ve diğerlerine öğretmenlik yapmaya devam etti. Hiçbir şey bilmediğimizin farkına varmaksızın ve de hayattaki en basit soru olan, "ıyi nedir ve de kötü nedir?"e verecek yanıtımız olmaksızın, hep bir ağızdan konuştuk, birbirimizi dinlemedik. Bazen sonradan kendimiz desteklenmek ve övülmek için birbirimizi destekledik ve övdük, bazense birbirimize öfkelendik tıpkı bir tımarhanede olabileceği gibi o Binlerce işçi gece gündüz güçlerinin son damlasına kadar çalışıyor, harfleri diziyor ve posta servisinin bütün Rusya'ya dağıttığı milyonlarca sözcüğü basıyorlardı. Biz de öğretme işine devam ediyor, yeteri kadar öğretebilecek vakti asla bulamıyor ve bizlere yeterli ilginin gösterilmemesine öfkeleniyorduk. Müthiş tuhaf bir durumdu, ama şimdi oldukça anlaşılır geliyor. Gerçekte bizi en çok ilgilendiren konu, mümkün olan en çok parayı ve övgüyü almaktı. Bu uğurda kitap ve makale yazmak dışında bir şey yapamazdık. Biz de kitaplar ve makaleler yazdık. Ancak böylesi faydasız bir işi yapabilmek ve çok önemli insanlar olduğumuza emin olabilmek için faaliyetlerimizi haklı çıkaran bir kurama ihtiyacımız vardı. Kendi aramızda bu kuramı geliştirdik: "Var olan her şey akılla açıklanabilir. Var olan her şey tekamül eder. Ve her şey kültür yoluyla tekamül eder. Kültürün ölçütü ise kitap ve gazete tirajlardır, Bizlere bir ücret ödeniyor ve saygı gösteriliyor, çünkü bizler kitap ve gazetelere yazılar yazıyoruz. Bu yüzden de insanlarım en faydalısı ve en iyisi biziz." Hepimiz aynı fikirleri paylaşıyor olsaydık bu kurama bir diyeceğimiz yoktu, ama içimizden herhangi birisinin söylediği bir fikir tamamen zıt bir fikirle karşılaşıyordu. Aslında bu durum karşısında enine boyuna düşünmemiz gerekirdi. Ancak biz bu durumu görmezden geldik; insanlar bize para ödemeye ve de bizim tarafınızda olanlar bize övgüler düzmeye devam ettiler. Bu yüzden de herkes kendisini haklı gördü zaten. Şu an apaçık görebiliyorum ki bütün bu olanların bir tımarhanedekinden hiçbir farkı yokmuş, ama o zamanlar bunu ben sadece belli belirsiz sorguluyordum ve bütün deliler gibi ben de kendim dışındaki herkese deli diyordum.

Kaynak: 
Lev Nikolay Tolstoy - İtiraflarım, antik kitap

26 Nisan 2020 Pazar

Lev Nikolay Tolstoy - İtiraflarım I

Selam deyip, çok uzatmadan hemen sizlere L.N Tolstoy - İtiraflarım eserinin ilk bölümünü gönderiyorum. Tüm bölümleri sizlerle paylaşacağım.. İyi okumalar.






Bölüm I

Ben Ortodoks Hristiyan inancına göre vaftiz edildim ve yetiştirildim. Bu inanç bana çocukluk ve gençlik çağım boyunca öğretildi. Ne var ki, on sekiz yaşında üniversiteyi ikinci sınıftan terk ettiğimde geçmişte bana öğretilen şeylerin hiçbirisine artık inanrnıyordum. Belli hatıralardan çıkarabildiğim kadarıyla, bana öğretilenlere hiç ciddi olarak inanmamıştım. Sadece öğretilenlere ve etrafımdaki büyüklerin inançlarıyla ilgili söylediklerine güvenmekle yetiniyordum. Ancak bu temelsiz bir güven duygusuydu. On bir yaşında yoktum. Bir lise öğrencisi olan Vladimir Milyutin'in (kendisi öleli çok oluyor) bir Pazar bizi ziyarete gelip okullarında gerçekleşen en son keşfi haber verdiğini hatırlıyorum. Keşif, Tanrının var olmadığı ve bize Onun hakkında öğretilen bütün o şeylerin uydurma şeyler olduğuydu (yıl 1838'di). Ağabeylerimin duydukları bu haberle ne kadar ilgilendiklerini şimdi hatırlıyorum. Beni toplantılarına çağırdılar. Hatırlıyorum, hepimiz çok heyecanlanmıştık ve bu fikir bize oldukça ilginç ve olası gelmişti. O zamanlar üniversitede okuyan ağabeyim Dimitri o her zamanki tutkulu yapısıyla kendisini aniden dine verdiğinde, kilisedeki bütün ibadetlere katılmaya, sade ve ahlaklı bir yaşam sürmeye başladığında, hepimizin -büyüklerin bile -onunla dalga geçtiğini ve bir sebepten ona sürekli 'Nuh' dediğini de hatırlıyorum. O dönemde Kazan Üniversitesinin kütüphane müdürü olan Musin-Puşkin'in kendi evinde düzenlediği bir dansa bizi de davet ederken bu daveti geri çeviren ağabeyimi müstehzi bir şekilde Hz. Davut'un bile Ahit Sandığı önünde dans ettiği argfunanıyla ikna ettiğini hatırlıyorum. Büyüklerimin yaptıkları bu şakalara sempatiyle bakar ve bu şakalardan Hristiyan ilmihalini öğrenmenin ve kiliseye gitmenin her ne kadar gerekli bir şey olsa da fazla da ciddiye alınmaması gerektiği sonucunu çıkarırdım.
Çok küçük yaşlarda Voltaire'i okuduğumu ve onun alaycı yorumlarının beni sarsmaktan çok eğlendirdiğini de hatırlıyorum. Benim inançtan kopuşum bizim seviyemizdeki insanlar arasında olağan olduğu şekilde gerçekleşti. Çoğu durumda, zannedersem, kopuş şu şekilde oluyor: Siz de diğerleri gibi, dinsel öğretiyle sadece hiçbir ortak yönü olmayan ilkeler doğrultusunda bir hayat değil, genel olarak bu öğretiye karşı olan bir hayat sürmektesinizdir. Dinsel öğreti hayatınızda bir rol oynamamaktadır. İnsanlarla olan ilişkilerinizde bu öğretiyle asla yüz yüze gelmemektesinizdir. Siz de bu öğretiyi yaşamınızda dikkate almıyorsunuzdur. Dinsel öğreti hayatın çok uzağında ve hayatla ilintisiz bir şekilde dile getirilmektedir. Şayet bu öğretiye tesadüf edilecek olursa, o zaman o, hayattan kopuk, hayatın dışında bir olgudan ibarettir. Bir insanın yaşamına ve yaptıklarına bakarak onun inançlı ya da inançsız biri olduğu yolunda bir değerlendirmeye gitmek bugün olduğu gibi o gün de imkansızdı. Geleneklere bağlı biri olduğunu herkesin önünde açık açık söyleyenle bunu açık açık reddeden iki kişi arasında bir fark olacaksa, bu fark ilkinin lehine olmazdı. Bugün olduğu gibi o gün de muhafazakar biri olduğunu açık açık söylemek ve itiraf etmek dar kafalı, zalim ve kendilerine büyük önem atfeden insanlar arasında rastlanan bir şeydi. Yetenek,dürüstlük. güvenilirlik, iyi huyluluk ve ahlaki davranışlar ise çoğunlukla inançsızlarda görülen özelliklerdi. Okullar Hristiyan ilmihalini öğretiyor ve öğrencileri kiliseye yolluyor. Devlet memurlarından, mezheplerinin eğitimini aldıklanna dair belge soruluyor. Ama bizim çevremizden olan biri eğitimini tamamladıktan sonra devlet memurluğuna da girmediyse bugün bile (eskiden daha da kolaydı) rahat bir on-yirmi yıl Hristiyanlar arasında bulunduğunu ve de Hristiyan Ortodoks Kilisesinin bir üyesi kabul edildiğini unutarak yaşayabilirdi. Eskiden olduğu gibi bugün de, kabul edildiği var sayılan ve dış baskılarla desteklenen dinsel öğreti bilginin ve kendisiyle çelişen hayat deneyimlerinin etkisiyle gittikçe çözülmekte ve herhangi bir kişi kendisine çocuklukta verilen dinsel öğretiyi bozulmamış bir şekilde muhafaza ettiğini zannederek yaşayadururken aslında inancından geriye hiçbir şey kalmamış olmaktadır.

Bir zamanlar S ... adındaki zeki ve dürüst bir adam bana inanmaktan nasıl vazgeçtiğini anlatmıştı. Bir av sırasında -o zamanlar yirmi altısına çoktan basmış -o gece kamp yaptıkları yerde çocukluktan kalma bir alışkanlıkla akşam vakti dua etmek için dizlerinin üstüne çökmüş. Onunla ava gelen ağabeyi uzandığı kuru otların üzerinden onu izliyormuş. S ... dua etmeyi bitirip yatmak için ha-zırlanırken ağabeyi ona şöyle demiş: "Bunu hala yapıyorsun ha?" Aralarında başka bir konuşma geçmemiş. Ama o günden sonra S ... dua etmeyi ve kiliseye gitmeyi bırakmış. Otuz yıldır ne dua ediyor, ne Aşai Rabbani ayinine katılıyor, ne de kiliseye gidiyor. Bu, ne ağabeyinin fikirlerinden, ne kendisinin bu fikirlere katılmış olmasından, ne de kendi ruhunda başka bir inançta karar kılmış olmasından kaynaklanıyordu. Ağabeyinin söylediği söz kendi ağırlığıyla zaten çökmek üzere olan bir duvarın tek bir dokunuşla yıkılması gibi bir etki yapmıştı sadece. O söz, kendisinin inancın kapladığını sandığı yerde aslında uzun süreden beri bir boşluğun var olageldiğini ve dua ederken bir takım sözleri söylemenin, istavroz çıkarmanın ve diz üstüne çökmenin oldukça mantıksız hareketler olduğunu göstermişti. Mantıksızlığın iyice farkına varınca bu hareketleri devam ettirememişti. Sanırım bu, insanların büyük bir çoğunluğunda böyle oldu ve olmakta. Kendilerine karşı dürüst, eğitim düzeyi bizimle aynı olan insanları kastediyorum; inanç ikrarını dünyevi amaçlara ulaşmak için bir araç olarak kullananları değil. (Böyle insanlar en büyük imansızlardır, çünkü inanç bu kimseler için dünyevi amaçlara ulaşmada bir araçsa eğer, o tabi ki inanç değildir.) Bizim düzeyimizde eğitim almış olanların duruşu ise farklıdır. çünkü onlarda o suni binanın yavaş yavaş ortadan yok olmasına yol açan şey bilginin ve varoluşun ışığıdır. Onlar bu yok oluşu ya çoktan fark etmişler ve binanın enkazını da kaldırmışlar, ya da henüz bu durumun farkına varamamışlardır.

 Çocukluğumdan itibaren bana verilen dinsel öğreti başkalarında olduğu gibi bende de yok oldu. Şu farkla ki, ben on beş yaşından itibaren felsefi eserleri okumaya başladım ve benim öğretiyi reddedişim oldukça küçük bir yaşta bilinçli bir şekilde oldu. On altı yaşından itibaren dua etmeyi, kiliseye gitmeyi ve kendi irademle oruç tutmayı bıraktım. Bana çocukluğumda öğretilen şeylere inanmıyordum, ama inandığım bir şeyler vardı. Neye inandığımı ise hiç anlatamıyordum. Bir Tanrı'ya inanıyordum. Ya da daha doğrusu Tanrıyı inkar etmiyordum. Ama nasıl bir Tanrı'ya inandığımı tanımlayamıyordum. İsa'yı ve öğretisini de inkar ettiğim yoktu, ama öğretisinin içeriğini gene tanımlayamıyordum. Geçmişe dönüp baktığımda şimdi şunu açıkça görebiliyorum ki, benim itikatim -tek gerçek itikatim-hayvani içgüdülerimin dışında hayatıma yön veren o itici güç, kendimi mükemmelleştirme-ye olan inancımdı. Ama bu mükemmelleştirmenin içeriği ve amacı neydi, anlatamıyorum. Kendimi zihnen geliştirmeye çalışıyordum araştırabileceğim her şeyi araştırıp öğreniyordum, hayatın yoluma çıkardığı her şeyi. İrademi mükemmel hale getirmeye çalıştım; kendi kendime kurallar koyuyor, sonra bu kurallara uymaya çalışıyordum. Kendimi fizik olarak geliştiriyordum, her türden egzersizle gücümü ve çevikliğimi artırdım. Kendimi her şekilde yoksun bırakarak dayanıklı ve sabırlı olmaya alıştırdım. Bunların hepsini mükemmel insan olma yolunda yapılması gerekli şeyler olarak görü-yordum. İlk başta ahlaki açıdan mükemmelliğe Ulaşmak fikri vardı tabi ki. Ama bu kısa süre sonra yerini her alanda mükemmelliğe ulaşma, sadece kendi gözümde ya da Tanrının gözünde değil, başka insanların gözünde de daha iyi bir yerde olma isteğine bıraktı. Bu çaba da çok geçmeden başkalarından daha güçlü olma arzusuna dönüştü; başkalarından daha ünlü, daha önemli ve daha varlıklı olma arzusuna.


Kaynak: 
Lev Nikolay Tolstoy - İtiraflarım, antik kitap

25 Nisan 2020 Cumartesi

Can Yayınları Klasik Serisi

1. Vadideki Zambak (Honore De Balzac)
2. Uğultulu Tepeler (Emily Bronte)
3. Suç ve Ceza (Fyodor Dostoyevski)
4. Sıra Dışı Bir Adam (Anton Çehov)
5. Madam Bovary (Gustave Flaubert)
6. Oliver Twist (Charles Dickens)
7. Poetika (Aristoteles)
8. Prens (Niccolo Machiavelli)
9. Kuyu ve Sarkaç (Edgar Allan Poe)
10. Komünist Manifesto (Karl Marx Friedrich Engels)
11. Jane Eyre (Charlotte Bronte)
12. İvan İlyiç’in Ölümü (Lev Tolstoy)
13. Dorian Gray’in Portresi (Oscar Wilde)
14. Emma (Jane Austen)
15. Genç Werther’in Acıları (Johann Wolfgang Von Goethe)
16. İki Şehrin Hikayesi (Charles Dickens)
17. Büyük Umutlar (Charles Dickens)
18. Bir İdam Mahkümunun Son Günü (Victor Hugo)
19. Beyaz Diş (Jack London)
20. Ana (Maksim Gorki)
21. Putların Alacakaranlığı (Friedrich Nietzsche)
22. Afyon (Geza Csath)
23. Babalar ve Oğullar (Ivan Sergeyeviç Turgenyev)
24. Zamanımızın Bir Kahramanı (Mihail Yuryeviç Lermontov)
25. Savaş ve Barış (1.Cilt) (Lev Tolstoy)
26. Şeytanın İksirleri (E. T. A. Hoffmann)
27. Duygusal Eğitim (Gustave Flaubert)
28. Kızıl ile Kara (Stendhal)
29. Yaşanmış Hikayeler (Maksim Gorki)
30. Goriot Baba (Honore De Balzac)
31. Martin Eden (Jack London)
32. Notre-Dame’ın Kamburu (Victor Hugo)
33. Katıksız Sevgi (Jack London)
34. Kedi Murr’un Hayat Görüşleri (E.T.A. Hoffmann)
35. Mansfield Park (Jane Austen)
36. Yeraltından Notlar (Fyodor Dostoyevski)
37. Anna Karenina 1. Cilt (Lev Tolstoy)
38. İnsancıklar (Fyodor Dostoyevski)
39. Suçluyorum (Emile Zola)
40. Vahşetin Çağrısı (Jack London)
41. Beyaz Geceler (Fyodor Dostoyevski)
42. Çocukluğum (Maksim Gorki)
43. Mujik (Maksim Gorki)
44. Karanlığın Yüreği (Joseph Conrad)
45. De Profundis (Oscar Wilde)
46. İnsanlar Arasında (Maksim Gorki)
47. Çılgın Kalabalıktan Uzak (Thomas Hardy)
48. Michael Kohlhaas (Heinrick Von Kleist)
49. Kreutzer Sonat (Lev Tolstoy)
50. Gizli Başyapıt (Honore de Balzac)
51. Batı Penceresinin Meleği (Gustav Meyrink)
52. Üstat Pire (E.T.A. Hoffmann)
53. Hacı Murat (Lev Tolstoy)
54. Aşk Ve Gurur (Jane Austen)
55. Sis (Miguel de Unamuno)
56. Ölümden Acı (Guy de Maupassant)
57. Bakire ile Çingene (D.H. Lawrence)
58. Tûtînâme - Behçet Necatigil’in Türkçesiyle
59. Gulliver’in Seyahatleri (Jonathan Swift)
60. Karamazov Kardeşler (Fyodor Dostoyevski)
61. Ademden Önce (Jack London)
62. Amcanın Düşü (Fyodor Dostoyevski)
63. Malte Laurids Brıggenin Notları (Rainer Maria Rilke)
64. Ölüler Evinden Notlar (Fyodor Dostoyevski)
65. Tormesli Lazarillo (Anonim)
66. Bilirbilmezler (Gustave Flaubert)
67. Tatsız Bir Olay (Fyodor Dostoyevski)
68. Tom Amca’nın Kulübesi (Harriet Beecher Stowe)
69. Diriliş (Lev Tolstoy)
70. Denizin Çağrısı (Jack London)
71. Dracula (Bram Stoker)
72. Adsız Ülke (Henri Alain-Fournier)
73. Budala (Fyodor Dostoyevski).
74. Yaman Adam (Miguel de Unamuno)
75. İzlanda Balıkçısı (Pierre Loti)
76. Üç Öykü (Gustave Flaubert)
77. Frankenstein ya da Modern Prometheus (Mary Shelley)
78. Germinal (Émile Zola)
79. Benim Üniversitelerim (Maksim Gorki)
80. Moby Dick (Herman Merville)
81. Demir Ökçe (Jack London)
82. Aşk Olsun (Kollektif)
83. Eugenie Grandet (Honore de Balzac)
84. Güney Denizi Hikayeleri (Jack London)



Can Yayınları tarafından daha önce basılmış olan kitaplar mevcut. Yeni beyaz kapak görüntüsünde klasikler serisi olarak başlattığı liste. Ben sanırım Can Yayınları Klasik'te sadece Dostoyevski okuyorum.. Bir tek Budala adlı eseri eksik. Ve çevirilerinden çok memnunum.

Öpüldünüz,

Popüler Yayınlar