Nesrin Altınova (Engin) “kadın ve çocuklara tecavüz” yerine “kadın ve çocukları boğazlıyorlarmış” demek dışında sansürlememiş.
25 Mayıs 2020 Pazartesi
Sansürlenen Karamazov Kardeşler - || Yazarları ne kadar orijinal okuyabiliyoruz.
Nesrin Altınova (Engin) “kadın ve çocuklara tecavüz” yerine “kadın ve çocukları boğazlıyorlarmış” demek dışında sansürlememiş.
23 Mayıs 2020 Cumartesi
Sigmund Freud'un Stefan Zweig'e Yazdığı, Dosteyevski İçerikli Mektup
Dostoyevski ve Freud |
19 Ekim 1920 Viyana IX. Bölge Berg Sokağı 19
22 Mayıs 2020 Cuma
Franz Kafka - Bir Köy Doktoru || Animasyon
20 Mayıs 2020 Çarşamba
Dostoyevski ve Albert Camus : Bir Roman - Bir Oyun - Ecinniler
“Tüm yaşamım boyunca tanrı beni altüst etti. …özgür olması için insan korku ve acının doğurduğu bir hayalet olan tanrının üstesinden gelmeli, kendini öldürmeli.”
“(Bir patlama sesi duyulur. Sessizlik. Oyun yerinde el yordamıyla yapılan hareketler. Peter bir mum yakar, Kirillov’un cesedi aydınlanır.)”
18 Mayıs 2020 Pazartesi
Ernest Hemingway : "Zor bulunanlar çabuk yitirilir bazen." - Yaşlı Adam ve Deniz || Kısa Film
15 Mayıs 2020 Cuma
Kafka'dan Toplumsal Ortaklık Hikayesi : Gemeinschaft
Biz beş arkadaşız; bir gün peş peşe evin birinden dışarı çıktık; ilk çıkan kapının yanında durdu, ardından ikinci çıktı, daha doğrusu bir civa topağı gibi kaydı ve ikincinin yanında yerini aldı, sonra üçüncü, dördüncü ve beşinci çıktı. Sonunda hepimiz bir hizada durduk. İnsanlar bizi fark etmeye başladılar; bizi gösterip "Şu beşi o evden çıktılar," dediler. O zamandan beri birlikte yaşıyoruz; eğer bir altıncı sürekli aramıza katılmaya çalışıyor olmasaydı huzur içinde yaşayacaktık. Bize bir kötülük etmiyor, ama sinirimizi bozuyor ve bu da yeterince kötü; neden istenmediği yere girmeye çalışıyor? Onu tanımıyoruz ve aramıza katılmasını istemiyoruz. Bir zamanlar, elbette, biz beşimiz de birbirimizi tanımıyorduk, hâlâ da birbirimizi tanıdığımız söylenemez, ama beşimiz için caiz ve hoşgörülebilir olan o altıncı için caiz ve hoşgörülebilir değil. Her hâlükârda, biz beş kişiyiz ve altı kişi olmak istemiyoruz. Ve zaten sürekli birlikte olmanın anlamı nedir ki? Bunun beşimiz için de bir anlamı yok, ama işte biz bir aradayız ve bir arada kalacağız; öte yandan, tecrübelerimize dayanarak, yeni bir kaynaşma istemiyoruz. Ama bunu altıncıya nasıl açıklayacaksın? Uzun açıklamalar onu neredeyse aramıza almamızla sonuçlanacaktı, o yüzden açıklama yapmamayı ve onu aramıza almamayı tercih ediyoruz. Suratını nasıl asarsa assın onu dirseklerimizle itiyoruz, ama ne kadar itersek itelim geri geliyor.
* Gemeinschaft: Öykünün "cemiyet" ve "cemaat" gibi anlamlara gelen Almanca orijinal ismi kavramlaşmış olduğu için Türkçe çevirisinde de korunmuştur. İngilizceden Türkçeye çeviride Tania ve James Stern tarafından yapılan İngilizce çeviri esas alınmıştır. (kaynak) -çev.
Gemeinschaft animasyonu
10 Mayıs 2020 Pazar
Edgar Allan Poe - Gammaz Yürek: "Dinleyin ve nasıl ustalıkla - nasıl sakince size bütün hikayemi anlatıyorum, görün." - Kısa Öykü & Kısa Film
Doğru! Sinirliydim, fena halde sinirliydim, hala da öyleyim ama deli olduğumu da nereden çıkarıyorsunuz? Hastalığım duyularımı keskinleştirmişti, harap etmiş ya da köreltmiş değildi. Hepsinden öte olan, keskin işitme duyusuydu. Cennetteki ve dünyadaki bütün sesleri duyuyordum. Cehennemden gelen pek çok sesi duyuyordum. Söylesenize, nasıl deli olabilirim? Dinleyin ve nasıl ustalıkla - nasıl sakince size bütün hikayemi anlatıyorum, görün.
Fikrin aklıma ilk nasıl geldiğini söylemek imkansız ama aklıma düştüğü andan itibaren beni gece gündüz rahat bırakmadı. Bir amacım yoktu. Bir arzum yoktu. Yaşlı adamı severdim. Bana hiç zararı dokunmazdı. Beni asla kırmazdı. Altınlarında da gözüm yoktu. Beni sinirlendiren… Sanırım, gözleriydi! Evet, buydu! Bir akbabanın gözü vardı onda -- üzerinde ince bir zar, donuk, mavi bir göz--. Ne zaman bakışlarını üzerimde hissetsem kanım donuyordu ve gün geçtikçe, adım adım, yaşlı adamın canını almayı, böylelikle gözlerinden sonsuza dek kurtulmayı kafama koydum Şimdi, mesele şu ki, siz benim deli olduğumu düşünüyorsunuz. Deli dediğin hiçbir şey bilmez. Ama beni bir görmeliydiniz. Nasıl akıllıca davrandığımı görmeliydiniz -- nasıl bir ihtiyatla--, önseziyle, ikiyüzlülükle çalıştım! Yaşlı adama, hiçbir zaman, onu öldürmeden önceki haftada olduğu kadar kibar davranmamıştım. Her gece, gece yarısı civarı, kapısının mandalını çevirip kapıyı usulca açıyordum! Sonra, kapıyı, kafamı sokabileceğim kadar aralayıp siyah bir feneri tamamen kapalı halde, -kapalı ki hiç ışık parlamasın- içeri sokuyordum ve sonra kafamı aralığa yerleştiriyordum. Ah, bir görseydiniz nasıl bir kurnazlıkla kafamı içeri soktuğumu, gülerdiniz. Çok ama çok yavaş bir şekilde hareket ettiriyordum kafamı, yaşlı adamın uykusunu bozmamak için. Kafamı aralığa tamamen yerleştirmek bir saatimi alıyordu, bu şekilde yatağında yatarken onu görebiliyordum. Söylesenize! Deli bir adam bu kadar akıllıca davranabilir miydi? Ve sonra kafam tamamen odanın içindeyken feneri dikkatlice açıyordum -- ama ne dikkatle -- ne dikkatle (menteşeler gıcırdadığı için), feneri onun akbaba gözüne tek bir ince ışık huzmesi düşecek kadar açıyordum. Bunu, her gece tam geceyarısı, yedi uzun gece boyunca yaptım, ama gözü hep kapalı buldum. Bu halde işi halletmek imkansızdı çünkü beni kızdıran yaşlı adam değil onun o Şeytani Gözüydü. Her sabah, gün doğduğunda küstahça odasına gittim ve onunla cesurca konuştum, ona içten bir şekilde seslenip geceyi nasıl geçirdiğini sordum. Görüyorsunuz ya, her gece tam on ikide, uyurken ona baktığımdan şüphelenmesi için gerçekten çok bilge bir ihtiyar olması gerekirdi.
Sekizinci gece, kapıyı açarken her zaman olduğundan daha tedbirliydim. Bir saatin yelkovanı elimin o andaki hareketinden daha hızlı hareket eder. O geceden önce yeteneklerimin, zekamın boyutlarını hiç farketmemiştim. İçimdeki zafer duygusunu zor zaptediyordum. Orada yavaş yavaş kapıyı açtığımı ve onun gizli eylemlerimi ve planlarımı hayal bile etmediğini düşününce kendi kendime kıkırdadım. Sanırım beni duydu çünkü şaşırmış gibi yatağında birden sıçradı. Şimdi geri çekildiğimi düşünebilirsiniz -- ama hayır. Odası zifiri karanlıktı (hırsızlardan korktuğundan panjurlar sımsıkı kapalıydı), bu yüzden kapının açıldığını göremediğini biliyordum ve kararlı bir şekilde kapıyı itmeye devam ettim.
Kafamı içeri soktum ve başparmağım kapının mandalının üzerinden geçtiğinde, yaşlı adam da yatağında sıçrayıp “Kim var orada?” diye haykırdığında, tam feneri açmak üzereydim.
Sessizce durdum ve hiçbir şey söylemedim. Tam bir saat boyunca tek bir kasımı bile kıpırdatmadım ve bu sırada onun yattığını da duymadım. Hala yatağında öylece oturmuş, dinliyordu; tıpkı benim geceler boyunca duvardaki saati dinlediğim gibi.
Ardından, hafif bir inilti duydum ve onun ölümcül korkunun iniltisi olduğunu biliyordum. Acı ya da keder inlemesi değildi o – ah, hayır! Korkuyla dolduğunda ruhun derinliklerinden gelen alçak, boğuk sesti. Sesi iyi tanıyordum. Pek çok gece, tam geceyarısı, bütün dünya uyurken, o ses, beni delirten korkuları şiddetlendirerek göğsümden taşardı. Söyledim ya, sesi iyi tanıyordum. Yaşlı adamın ne hissettiğini biliyordum ve içten içe gülmeme rağmen ona acıdım. Yatağında sıçradığında duyduğu ilk sesten beri uyanık olduğunu biliyordum. O andan itibaren korkuları giderek arttı. Korkularını nedensiz bularak hoş göstermeye çabaladı ama başaramadı. Kendi kendine, “Hiçbir şey değil canım olsa olsa bacadaki rüzgardır, sadece yerde yürüyen bir faredir” ya da “sadece bir cırcırböceği cıvıltısıdır" deyip durdu. Kendini bu varsayımlarla rahatlatmaya çalışıyordu : ama hepsinin boşuna olduğunu anladı. Her şey boşunaydıI, çünkü Ölüm, yaklaşırken kara gölgesiyle, kurbanı sinsice çevrelemiş ve ağına düşürmüştü. Beni görmemesine ve duymamasına rağmen, kafamın odadaki varlığını hissettiren, algılayamadığı gölgenin sarsıcı etkisiydi.
Onun yattığını duymadan uzun bir süre sabırlı bir şekilde bekledikten sonra, feneri --çok ama çok az-- açmaya karar verdim. Açtım -- tahmin edemezsiniz nasıl sinsice, nasıl sinsice -- en sonunda fenerden fırlayan tek, belli belirsiz bir ışık huzmesi, örümcek ağı gibi onun akbaba gözüne düşene dek.
Göz açıktı, tamamen açıktı, ona bakarken gitgide öfkelendim. Açık seçik gördüm -- iliğimi kemiğimi donduran üzerindeki korkunç deriyle, o donuk mavi --; ama sanki içgüdüsel olarak ışığı o allahın belası noktaya yönelttiğim için yaşlı adamın başka hiçbir yerini, yüzünü ya da bedenini göremiyordum.
Sizin delilik sandığınız şeyin aslında duyuların aşırı keskinleşmesi olduğunu söylememiş miydim? Sonra, kulağıma, pamuğa sarıldığında bir saatin çıkardığına benzer hafif, boğuk, seri bir ses geldi. Bu sesi de iyi tanıyordum. Yaşlı adamın kalp atışıydı. Nasıl ki bir davulun tamtamları askerin cesaretini kamçılar, o ses de benim öfkemi kamçılıyordu.
Ama kendimi tuttum ve hiç kıpırdamadım. Nefesimi bile tutmaya çalıştım. Feneri hiç hareket ettirmedim. Işığı gözünde nasıl sabit tutabileceğimi denedim. Bu arada kalbin korkunç gürültüsü arttı. Ses, her saniye, giderek hızlandı ve yükseldikçe yükseldi. Yaşlı adamın korkusu had safhada olmalıydı. Dediğim gibi, ses yükseldi, her saniye yükseldi! -- Beni dikkatlice dinliyor musunuz ? Size gergin olduğumu söylemiştim: öyleyim. Gecenin bir yarısı, yaşlı evin ürpertici sessizliğinde, böylesine tuhaf bir ses beni kontrol edilemez bir korkuyla heyecanlandırdı. Ama birkaç dakika daha kendimi tuttum, hiç kıpırdamadan durdum. Kalbin vuruşu giderek yükseliyordu, giderek! Kalbi patlayacak sandım artık. Sonra yeni bir endişeye kapıldım – ses bir komşu tarafından duyulabilirdi! Yaşlı adamın vakti gelmişti artık! Gürültülü bir nidayla feneri açıp odaya daldım. Bir kez çığlık attı -- sadece bir kez. Bir anda onu yere fırlattım ve ağır yatağı üstüne bastırdım. Umarsızca güldüm sonra, eylemi bu kadar çabuk bitirdiğimi görünce. Fakat, bir süre daha, kalbi boğuk bir sesle atmaya devam etti. Ama bu beni sinirlendirmedi; ses, duvardan öteye duyulamazdı. En sonunda durdu. Yaşlı adam ölmüştü. Yatağı üstünden çektim ve cesedi inceledim. Evet, kesinlikle ölmüştü. Elimi kalbinin üzerine koydum ve dakikalarca orada tuttum. Kalp atışı yoktu.
Evet, kesinlikle ölmüştü. Artık gözleri canımı sıkmayacaktı.
Hala deli olduğumu düşünüyorsanız, cesedi saklamak için aldığım akıllıca önlemleri anlattıktan sonra öyle düşünmeyeceksiniz. Gece sona yaklaşıyordu ve ben de acele davranıyordum ama sessizce. Önce cesedi parçalara ayırdım. Kafasını, kollarını ve bacaklarını kestim.
Odanın tabanından üç döşeme tahtasını söktüm ve parçaladığım cesedi döşemelerin arasına yerleştirdim. Sonra da tahtaları öyle akıllıca öyle kurnazca geri yerleştirdim ki hiçbir insan gözü -- onunki bile -- bir gariplik olduğunu fark edemezdi. Temizlenecek hiçbir şey yoktu -- hiçbir iz – ne bir kan lekesi ne başka bir şey. Bunun olmaması için çok tedbirli davranmıştım. Küvette halletmiştim hepsini. ha! ha!
Bütün bu uğraşların sonunda, saat sabaha karşı dört olmuştu -- hala geceyarısı gibi karanlıktı. Saat tam dörde vurduğunda, sokak kapısında bir tıklama işittim. Kaygısız bir şekilde kapıyı açmaya gittim, Korkacak neyim vardı ki? Kendilerini büyük bir nezaketle polis memuru olarak tanıtan üç adam girdi. Gece, komşular tarafından bir çığlık duyulmuş: cinayet işlendiği şüphesi uyanmış; bilgi, polis merkezine ulaşmış ve onlar da (polis memurları) çevreyi incelemek üzere atanmışlar.
Gülümsedim, ne için korkacaktım ki? İçtenlikle karşıladım onları. Çığlık, rüyamda attığım kendi çığlığımdı, dedim. Yaşlı adamın kasabada olmadığını söyledim. Ziyaretçilerime evin her yerini gösterdim. Onlara araştırmalarını, iyice araştırmalarını söyledim. En sonunda, onun odasına bile götürdüm. Onun hiç dokunulmamış, emin ellerdeki değerli eşyalarını gösterdim. Güvenimin verdiği rahatlıkla, odaya sandalyeler getirdim ve oturup yorgunluklarını atmalarını diledim, bense, harikulade zaferimin vahşi küstahlığıyla, kendi sandalyemi, tam altında kurbanın cesedinin olduğu noktaya koydum.
Memurlar memnunlardı. Tutumum onları ikna etmişti. Ben, özellikle rahattım. Neşeli neşeli cevaplar veriyordum, onlar da oturdular, havadan sudan konuştular. Ama, çok geçmeden, giderek solduğumu hissettim ve gitmelerini diledim. Başım ağrıyordu ve kulaklarımda bir çınlama vardı; ama onlar hala oturmuş sohbet ediyorlardı. Çınlama daha bir belirgin oldu: o histen kurtulmak için daha serbestçe konuştum: ama devam etti ve daha da belirgin hale geldi, en sonunda sesin kulaklarımdan değil başka yerden geldiğini anlayana dek.
Hiç şüphesiz daha da solgunlaştım; ama daha akıcı konuşuyordum ve daha yüksek bir tonla. Ses, yine de yükseldi – ne yapabilirdim ki ? Hafif, boğuk, seri bir sesti. Pamuğa sarıldığında bir saatin çıkardığına benzeyen. Nefesimi tuttum ama yine de memurlar sesi duymadı. Daha hızlı, daha hararetli bir şekilde konuştum ama ses giderek artıyordu. Ayağa kalktım ve heyecanlı bir şekilde, abartılı mimiklerle önemsiz şeyler üzerine konuştum, ama ses giderek arttı. Ne diye gitmiyorlardı ki? Adamların gözlemlerinden öfkelenmiş de telaşlanmış gibi ağır adımlarla ileri geri yürüyordum, ama ses giderek artıyordu. Allah aşkına! Ne yapabilirdim? Köpürdüm, bağırıp çağırdım, küfrettim! Oturduğum sandalyeyi kaldırdım ve tahtaların üzerine çarptım ama ses iyice yükseldi ve giderek arttı. Çıktıkça çıktı yükseğe -- daha yükseğe -- daha da yükseğe ! Adamlar hala gülümseyip hallerinden memnun, sohbet ediyorlardı. Duymamaları mümkün müydü? Bırak Allah aşkına! -- hayır, hayır? Duymuşlardı! -- şüphelenmişlerdi! ve biliyorlardı! Korkumla eğleniyorlardı! bunu düşündüm ve hala da öyle düşünüyorum. Ne olursa olsun, bu ızdıraptan daha iyiydi! Ne olursa olsun, bu alay edişten daha dayanılırdı! O sahte gülümsemelere daha fazla katlanamazdım! Haykırmazsam ölecekmişim gibi hissettim! ve şimdi, işte yine, dinleyin! daha yüksek! daha yüksek! daha yüksek! Daha yüksek!!
“Adi herifler!” diye bağırdım, bırakın ikiyüzlülüğü artık! Kabul ediyorum suçumu! tahtaları sökün! burada, burada! -- bu onun korkunç kalbinin atışı! ”
Çeviren: Gül Şahin
Kaynak: POE, Edgar A. “The Tell-tale Heart”, The fall of the House of Usher and other writings : poems, tales, essays, and reviews ; edited with an introduction and notes by David Galloway, London ; New York : Penguin, 2003
5 Mayıs 2020 Salı
1 AY!! - YouTube ve Kitap Arşivi ( PDF ) ♥️
Selaaam, tam 1 ay önce bu yolculuğa başladım.. Ve bu bir ayda inanılmaz keyif aldım. Hem öğreniyor, hem sizde öğrenin diye paylaşıyorum. Birilerine bir şeyler katmak kadar güzel bir şey yok benim için. İyi veya kötü (gönderilerin kime ne kattığı kişisel olarak değişebilir ) bir çok şey öğrendim, öğrendik bu 1 ayda.. Devamı gelecek... Nice güzel aylara, yıllara.. Bol kitaplı, müzikli, filmli, sanatlı aylarımız, yıllarımız olsun..
Bu arada kendime kadar bloggerlığım dışında birde sesli kitap işine girdim. Aşağıya şu ana kadar seslendirdiğim kitapların linklerini bırakıyorum.. Ayrıca pdf olarak bir kitap arşivim de bulunmakta.. Eğer bu yazıyı okuyorsan ve pdf olarak istediğin bir kitap olursa mutlaka bana ulaş. Eğer elimde varsa iletebilirim. Hadi yine iyisiniz, 1. ay kutlamasını böyle yapmış oluruz..🎈
♫ Sesli Kitap Linkleri Şöyle,
Fyodor M. Dostoyevski - Yeraltından Notlar
Stefan Zweig - Rahel Tanrı'yla Hesaplaşıyor
✩ Şimdi buraya da bana ulaşabileceğiniz hesapları bırakıyorum, pdf kitap arşivim için ulaşabilirsiniz.
1000kitap
Öpüldünüz.
2 Mayıs 2020 Cumartesi
Schopenhauer : "Okurken zihnimiz aslında başka birisinin düşüncelerinin oyun alanından başka bir şey değildir."
OKUMAK, YAZMAK VE YAŞAMAK ÜZERİNE
Arthur Schopenhauer
Say yayınları
Çeviren:Ahmet Aydoğan
30 Nisan 2020 Perşembe
Ölümün Nefesinde Felsefe: Friedrich Nieztsche'nin Son Görüntüleri
Ölüm güç bir şeydir. Ölümün son iyiliği, bir daha ölümün olmamasıdır, diye düşünürüm her zaman.
28 Nisan 2020 Salı
Lev Nikolay Tolstoy - İtiraflarım III
Bölüm III
Böylece, kendimi bu deliliğe kaptırarak evlenene kadar bir altı yıl daha bu şekilde yaşadım. Bu süre zarfında yurt dışına çıktım. Avrupa'daki insanların hayat tarzı ve benim önde gelen aydın Avrupalılarla (Not: Ruslar çoğunlukla Avrupalılar ile kendileri arasında bir ayrım yaparlar) olan yalcınlığım mükemmel insan olma yolunda çaba göstermeye olan inancımı daha da pekiştirdi. çünkü aynı inanca onlarda da rastladım. Bu inanç bende de günümüz eğitimli insanlarının çoğunda görülen o yaygın şekliyle yer etti. Bu inanç, ifadesini 'ilerleme' sözcüğünde buluyordu. Bana o zamanlar bu sözcüğün başka bir anlamı varmış gibi geliyordu. En doğru şekilde "Nasıl yaşarım?" sorusuyla kendime işkence çektirdiğim (hayata bağlı her insan gibi) ve cevap olarak "İlerlemeye uygun olarak yaşa."yı verdiğim zamanlar henüz sadece, kayığı rüzgar ve dalgalarca sürüklenirken kendisi için hayati ve tek soru olan "Dümeni ne tarafa kırmalı?" sorusuna "Biz bir yerlere sürükleniyoruz?" cevabını veren adama benzediğimi bilmiyordum. O zamanlar bunun farkında değildim. Sadece zaman zaman akıl yürüterek olmasa da içgüdülerimle -insanların hayatı anlamalarındaki eksikliklerini gizlemede kullandıkları, günümüzün bir hayli yaygın olan bu batıl inancına isyan ettiğim oluyordu. Örneğin, Paris'te kaldığım sırada tanık olduğum bir infaz bana ilerlemeye olan batıl inancımın tutarsızlığını göstermişti.
Kafanın bedenden ayrılışını ve her ikisinin ayrı ayrı sandığın içine gürültüyle düşüşlerini gördüğümde, sadece aklımla değil ama bütün varlığımla anladım ki, günümüzün ilerlemelerine ait akla dayalı hiçbir kuram, yapılan bu işi haklı çıkaramazdı ve dünya var olalı beri herkes bu işi, hangi kuram çerçevesinde olursa olsun, gerekli görmüş olsa da ben bunun gereksiz ve kötü bir şey olduğunu biliyordum. Bu yüzden iyiyle kötünün ne olduğuna insanların söyledikleri ve yaptıklarına bakılarak karar verilemez. İlerlemenin kendisi de hakem olamaz. Hakem benim yüreğimdir. Hakem kendimdir.
Hayatta bir rehber olarak ilerlemeye duyulan inancın batıl ve eksik bir inanç olduğunu fark edişim bir de ağabeyimin ölümüyle oldu. Akıllı, iyi yürekli ve ağırbaşlı bir insan olan ağabeyim, henüz çok genç yaşta hastalandı ve bir yıldan fazla bir süre hastalığı çektikten sonra niçin yaşadığını ve hele de, niçin ölmek zorunda olduğunu anlayamadan acılar içerisinde can verdi. Var olan hiçbir kuram ağabeyimin bu yavaş ve ağrılı ölüm sürecinde bana ya da ona bu soruların yanıtlarını veremezdi. Ancak buralar benim inancımı sorguladığım nadir olaylardı ve ben gerçekte bir tek ilerlemeye inandığımı söyleyerek yaşamaya devam ediyordum. "Her şey tekamül eder, ben de her şeyle birlikte tekamül ederim. Benim de niçin her şeyle birlikte tekamül ettiğim bir gün ortaya çıkacaktır." İnancımı tam da o zamanlar formüle etmiş olmalıyım. Yurt dışından döndükten sonra taşraya yerleştim ve köy okullarında öğretmenlik yapmayı denedim. Bu işten özellikle zevk alıyordum, çünkü bu işte yazarak insanları eğitmeye çalıştığım zamanlarda kendisini bana açık seçik belli eden ve gözlerini dikip yüzüme bakan o sahtelik duygusuyla karşı karşıya gelmek zorunda kalmıyordum. Orada da gene ilerlemeyi savundum, ama artık ilerlemeye eleştirel bir gözle bakıyordum. Kendi kendime şöyle diyordum: "Gelişim aşamalarının bazılarında ilerleme yanlış yönde gerçekleşmiştir. İnsanın ilkel köylü çocuklarına tam bir özgürlükçü düşünceyle yaklaşması ve ilerlemenin hangi yolunu isterlerse o yolu seçmekte özgür bırakması gerekir." Gerçekte ise aynı çözümsüz sorunun etrafında dönüp duruyordum. O sorun şuydu: Kişi ne öğreteceğini bilmeden nasıl öğretecekti?
Edebi faaliyetlerin üst düzeyde yürütüldüğü o camianın içindeyken kişinin ne öğreteceğini bilmeden öğretme işini yapamayacağını fark etmiştim. Çünkü herkesin farklı farklı şekillerde öğrettiklerini gözlemlemiştim. Aralarında kavga ederek başarılı oldukları tek konu sadece birbirlerinden cehaletlerini saklamaktı. Orada, o köylü çocuklarla, onları istediklerini öğrenmekte özgür bırakarak, bu sıkıntıyı hiç yaşamamam gerektiğini düşündüm. Faydalı hiçbir şey öğretemeyeceğimi ruhumun derinliklerinde bilip de -çünkü neyin faydalı olduğunu kendisinin bilmediğini de biliyordum -bir yandan da kendimi öğretme arzumu tatmin çabası içinde buluvermek, şimdi hatırladıkça, komiğime gidiyor. Öğretmenlik işinde bir yılımı geçirdikten sonra kendim hiçbir şey bilmeden insanlara nasıl öğretmenlik yapabileceğimi keşfetmek amacıyla ikinci kez yurt dışına çıktım. Sanırım bunun nasıl yapılabileceğini köylü ayaklanmasının olduğu o sene (1861), yurt dışında öğrendim.
Rusya'ya bütün bu bilgelikle donanmış ve de bir Ara bulucu* olarak döndüm. Hem okullarda cahil köylüleri hem de yayınladığım dergi yoluyla okumuş sınıfları eğitme işine soyundum. İşler yolunda gidiyor gibiydi, ancak ben kendimi ruhen çok sağlıklı hissetmiyor ve işlerin bu şekilde uzun süre devam edemeyeceğini düşünüyordum. Eğer ki hayatın henüz keşfetmediğim ve bana mutluluk vaat eden bir yönü. *Köylülerle toprak sahipleri arasında ara bulan kimse. (Çevirmenin notu) ha -evliliğim -olmamış olsaydı, on beş yıl sonra varacak olduğum o çaresizlik noktasına belki o günlerde varmam gerekirdi. Bir yıl boyunca kendimi bu ara buluculuk işiyle, okullarla ve dergiyle meşgul ettim. Sonunda o kadar yıprandım -özellikle de kafa karışıklığımın bir sonucu olarak ara bulucu olarak işim o kadar zordu, okullarda yürüttüğüm faaliyetlerin sonuçları o kadar belli belirsizdi ve dergide üstünkörü kaleme alınmış olan yazılarım (ki hepsi sonuçta aynı kapıya çıkıyordu: Herkesi eğitme ve bunu yaparken de neyi öğreteceğimi kendisinin de bilmediği gerçeğini saklama isteğine) o kadar iticiydi ki, hastalandım. Hastalığım fiziksel olmaktan çok ruhsal bir rahatsızlıktı. Her şeyi bir kenara bırakarak taze hava solumak, kımız içmek ve sadece hayvanlar gibi bir hayat sürmek için bozkırlara, Başkırların yanına gittim. Oradan dönüşte evlendim. Mutlu evlilik hayatının yeni koşulları yönümü hayatın anlamını bulma arayışlarından başka bir tarafa çevirdi. O dönemde bütün hayatının odak noktası ailem, karım ve çocuklarım; dolayısıyla da gelirimizi artırma arayışlarıydı. Kendimi ahlaki açıdan mükemmel hale getirme uğraşım yerini -ki sonradan bu, kendimi hayatın her alanında mükemmelleştirme, yani ilerleme uğraşıyla yer değiştirecekti -şimdi de basitçe kendim ve ailem için mümkün olan en iyi hayat koşullarını oluşturına çabasına bırakmıştı. Bu şekilde bir on beş yıl daha geçti. Artık gözümde yazarlığın hiçbir öneminin kalmamış olmasına rağmen, benim o değersiz çalışmalarıma verilen büyük maddi ödüller ve tutulan alkışların baştan çıkarıcılığı karşısında ben de kendimi yazmaya, sadece maddi durumumu iyileştirmek ve kendi hayatırnın ve genel olarak hayatın anlamına yönelik ruhumda yükseleno soruları bastırmak amacıyla adadım. Şöyle yazdım: Benim için tek olan gerçeği, yani insanın kendisi ve ailesi için en iyi imkanları sağlamak amacıyla yaşaması gerekliliğini öğreteceğim. Bu şekilde yaşamaya devam ettim, ama bundan beş yıl önce bana çok tuhaf bir şey olmaya başladı. İlk başlarda bir kafa kanşıklığına ve hayatın durmuş olduğu gibi bir hisse kapıldım. Ne yapmam ve hayatımı nasıl yaşamam gerektiğini bilemiyordum, kendimi kaybolmuş ve keyifsiz hissediyordum. Ancak bu durum çok sürmedi ve ben de eskisi gibi yaşamaya devam ettim. Sonra bu kafa kanşıklığı gitgide daha sık ve hep aynı şekilde nüksetmeye başladı. Bu dönemlerde aklıma hep şu sorular geliyordu: Ne için? Amacın ne? İlkin bunlar bana amaçsız ve alakasız sorular gibi geliyordu. Cevapların herkesçe bilindiğini, çözümü bulmak istersem bunun beni fazla uğraştırmayacağını, sadece o an o işe ayıracak vaktim olmadığını, ama istediğim takdirde cevabı bulabileceğimi düşünüyordum. Ne var ki, sorular kafamda daha sık tekrarlanır ve gitgide daha büyük bir ısrarla cevap bekler olmuşlardı. Hep aynı yere düşen mürekkep damlaları gibi hep birlikte bir kara lekede toplanmışlardı. Sonra benim başıma da ölümcül bir iç hastalığına yakalanan herkesin başına gelenler geldi. İlkin önemsiz rahatsızlık belirtileri ortaya çıkar, ki hasta kişi bunları hiç umursamaz. Sonra bu belirtiler gitgide daha sık ortaya çıkmaya başlar ve birleşerek kesintisiz bir ıstırap sürecine dönüşür. Istırap artar ve hasta adam ne olup bittiğini anlamadan, ufak bir rahatsızlık sandığı şey onun için çoktan dünyadaki en önemli şeye -ölüme-dönüşmüştür bile! İşte benim başıma gelen de bundan farksızdı. Bunun rastgele bir rahatsızlık olmadığını, çok önemli bir şey olduğunu anlamıştım ve eğer bu sorular kafamda tekrarlanıp duracaksa, o halde onların cevaplarını bulmam gerekirdi. Ben de o cevapları bulmaya çalıştım.
Sorular çok aptalca, basit ve çocukça geliyordu. Ama o soruları ele alır almaz ve de çözmeye çalışır çalışmaz derhal şuna kani oldum ki, ilk olarak, bu sorular çocukça ve aptalca değil, hayattaki en önemli ve derin sorulardı. ikinci olarak da, madem ki Samara'daki malikanemle, oğlumun eğitimiyle, ya da bir kitap yazmakla iştigal ediyordum, o halde bütün bunları niçin yaptığımı bilmek zorundaydım. Bunların için yaptığımı bilmediğim sürece hiçbir şey yapamaz ve de yaşayamazdım. Beni bir hayli meşgul eden bir konu olan malikanenin idaresi konusunu düşündüğüm anlarda aklıma birdenbire şu soru gelirdi: "Haydi bakalım, Samara'da 6.000 desyatinalık* bir arazin ve 300 atın olacak, peki ya sonra?" ... Zihnim alt üst olmuştu ve ne düşüneceğimi bilemiyordum. Ya da, çocuklarımın eğitimleriyle ilgili planlar yaparken kendi kendime şöyle derdim: "Ne için?" Ya da, "köylülerin nasıl kalkınacaklarını düşünürken birdenbire kendi kendime şöyle söylerdim: "Ama bunun benim için ne önemi var ki?" Ya da çalışmalarımın bana sağlayacağı ünü düşününce kendime şöyle derdim: "Haydi bakalım, Gogol'dan ya da Puşkin'den ya da Shakespeare'den ya da Moliere'den ya da dünyadaki geri kalan bütün yazarlardan daha ünlü olacaksın! Olacaksın da ne olacak?" Ve bu sorulara hiçbir şekilde cevap bulamıyordum. Bu sorular bekletilmeye gelmezdi ve acil olarak cevaplanmaları gerekiyordu. Onlara cevap bulamadığım takdirde yaşamam imkansızdı. Ama hiçbir cevap da yoktu. Üzerinde durduğum şeyin çökmüş olduğunu ve ayaklarımın altında hiçbir şeyin olmadığını hissediyordum. Üzerine hayatımı kurduğum o şey artık yoktu ve ondan geriye hiçbir şey kalmamıştı. Bir desyatina yaklaşık on bir metrekaredir. (Çevirmenin notu)
27 Nisan 2020 Pazartesi
Lev Nikolay Tolstoy - İtiraflarım II
26 Nisan 2020 Pazar
Lev Nikolay Tolstoy - İtiraflarım I
Bir zamanlar S ... adındaki zeki ve dürüst bir adam bana inanmaktan nasıl vazgeçtiğini anlatmıştı. Bir av sırasında -o zamanlar yirmi altısına çoktan basmış -o gece kamp yaptıkları yerde çocukluktan kalma bir alışkanlıkla akşam vakti dua etmek için dizlerinin üstüne çökmüş. Onunla ava gelen ağabeyi uzandığı kuru otların üzerinden onu izliyormuş. S ... dua etmeyi bitirip yatmak için ha-zırlanırken ağabeyi ona şöyle demiş: "Bunu hala yapıyorsun ha?" Aralarında başka bir konuşma geçmemiş. Ama o günden sonra S ... dua etmeyi ve kiliseye gitmeyi bırakmış. Otuz yıldır ne dua ediyor, ne Aşai Rabbani ayinine katılıyor, ne de kiliseye gidiyor. Bu, ne ağabeyinin fikirlerinden, ne kendisinin bu fikirlere katılmış olmasından, ne de kendi ruhunda başka bir inançta karar kılmış olmasından kaynaklanıyordu. Ağabeyinin söylediği söz kendi ağırlığıyla zaten çökmek üzere olan bir duvarın tek bir dokunuşla yıkılması gibi bir etki yapmıştı sadece. O söz, kendisinin inancın kapladığını sandığı yerde aslında uzun süreden beri bir boşluğun var olageldiğini ve dua ederken bir takım sözleri söylemenin, istavroz çıkarmanın ve diz üstüne çökmenin oldukça mantıksız hareketler olduğunu göstermişti. Mantıksızlığın iyice farkına varınca bu hareketleri devam ettirememişti. Sanırım bu, insanların büyük bir çoğunluğunda böyle oldu ve olmakta. Kendilerine karşı dürüst, eğitim düzeyi bizimle aynı olan insanları kastediyorum; inanç ikrarını dünyevi amaçlara ulaşmak için bir araç olarak kullananları değil. (Böyle insanlar en büyük imansızlardır, çünkü inanç bu kimseler için dünyevi amaçlara ulaşmada bir araçsa eğer, o tabi ki inanç değildir.) Bizim düzeyimizde eğitim almış olanların duruşu ise farklıdır. çünkü onlarda o suni binanın yavaş yavaş ortadan yok olmasına yol açan şey bilginin ve varoluşun ışığıdır. Onlar bu yok oluşu ya çoktan fark etmişler ve binanın enkazını da kaldırmışlar, ya da henüz bu durumun farkına varamamışlardır.
Çocukluğumdan itibaren bana verilen dinsel öğreti başkalarında olduğu gibi bende de yok oldu. Şu farkla ki, ben on beş yaşından itibaren felsefi eserleri okumaya başladım ve benim öğretiyi reddedişim oldukça küçük bir yaşta bilinçli bir şekilde oldu. On altı yaşından itibaren dua etmeyi, kiliseye gitmeyi ve kendi irademle oruç tutmayı bıraktım. Bana çocukluğumda öğretilen şeylere inanmıyordum, ama inandığım bir şeyler vardı. Neye inandığımı ise hiç anlatamıyordum. Bir Tanrı'ya inanıyordum. Ya da daha doğrusu Tanrıyı inkar etmiyordum. Ama nasıl bir Tanrı'ya inandığımı tanımlayamıyordum. İsa'yı ve öğretisini de inkar ettiğim yoktu, ama öğretisinin içeriğini gene tanımlayamıyordum. Geçmişe dönüp baktığımda şimdi şunu açıkça görebiliyorum ki, benim itikatim -tek gerçek itikatim-hayvani içgüdülerimin dışında hayatıma yön veren o itici güç, kendimi mükemmelleştirme-ye olan inancımdı. Ama bu mükemmelleştirmenin içeriği ve amacı neydi, anlatamıyorum. Kendimi zihnen geliştirmeye çalışıyordum araştırabileceğim her şeyi araştırıp öğreniyordum, hayatın yoluma çıkardığı her şeyi. İrademi mükemmel hale getirmeye çalıştım; kendi kendime kurallar koyuyor, sonra bu kurallara uymaya çalışıyordum. Kendimi fizik olarak geliştiriyordum, her türden egzersizle gücümü ve çevikliğimi artırdım. Kendimi her şekilde yoksun bırakarak dayanıklı ve sabırlı olmaya alıştırdım. Bunların hepsini mükemmel insan olma yolunda yapılması gerekli şeyler olarak görü-yordum. İlk başta ahlaki açıdan mükemmelliğe Ulaşmak fikri vardı tabi ki. Ama bu kısa süre sonra yerini her alanda mükemmelliğe ulaşma, sadece kendi gözümde ya da Tanrının gözünde değil, başka insanların gözünde de daha iyi bir yerde olma isteğine bıraktı. Bu çaba da çok geçmeden başkalarından daha güçlü olma arzusuna dönüştü; başkalarından daha ünlü, daha önemli ve daha varlıklı olma arzusuna.
25 Nisan 2020 Cumartesi
Can Yayınları Klasik Serisi
Popüler Yayınlar
-
Bence insanın en belirgin özelliği şudur: iki ayaklı, nankör varlık. Do...
-
Dostoyevski ve Freud Çok Saygıdeğer Doktor Bey (Stefan Zweig), Şimdi biraz sakinliğe kavuştum. Yollamış olduğunuz ve İlk haftaların yoğun ça...
-
The Brothers Karamazov (1958) Bir çoğumuz Karamazov Kardeşleri okuduk, hatta yetinmeyip bir çok farklı çevirilerinden de okuduk. Tamamen Do...
-
Okurken bir başka kimse bizim için düşünür: Biz sadece onun zihin sürecini takip etmekle yetiniriz. Nasıl ki yazmayı öğrenirken taleb...
-
Selamlar, Bugün sizlere bilimsel olarak kanıtlanmış olan bir özdeyişten bahsedeceğim. Gerçi bunun kanıtlanması için herhangi bir den...
-
Bilim ne diyor: Dünyada herkesten çok kendini sev, çünkü dünyada her şey kişisel çıkara dayalıdır. Eğer bir tek kendini seversen, işini ger...
-
Selamlaar, Bu hafta biraz felsefe - bilim yapalım dedik. Sanırım felsefe ağırlıklı ilerleyeceğiz. Sizler için Friedrich Nietzsche'...
-
Bugün Dostoyevski okumaya başlayacaklar için romanlarının ve öykülerinin kronolojik sıralamasına bakacağız. Peki neden kronoloji...
-
Selamlar, Kitaplarını okurken çokta üzerinde durmadığınız bir şeyden bahsetmek istiyorum şimdi sizlere. Dosteyevski'nin 19 y...
-
Bugün sizinle gençliğimin şehrine gidiyoruz. Üniversite hayalleri kurduğum, gençlerle dolu olması sebebiyle orada yaşamak istediğim.. Eskişe...