25 Mayıs 2020 Pazartesi

Sansürlenen Karamazov Kardeşler - || Yazarları ne kadar orijinal okuyabiliyoruz.


 The Brothers Karamazov (1958)


Bir çoğumuz Karamazov Kardeşleri okuduk, hatta yetinmeyip bir çok farklı çevirilerinden de okuduk. Tamamen Dostoyevski sevgisi yahut Rus Edebiyatı sevgisiyle. Okuduğumuz her kitapta Dostoyevski'yle baş başa derin sularda yüzdüğümüzü düşürdük ama sığ düşünceli yayınevleri veya çevirmen veya editör -artık her kim bunun sebebi ise- tarafından aldatılmışız.
Biliyorsunuz ben bir yazarı veya bildiğim yazarın bir kitabını okumadan önce çok detaylı araştırma yaparım. Yine bir gün böyle bir araştırma içerisindeyken, Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşleri kitabındaki “Kardeşler Tanışıyor”, “İsyan” ve “Büyük Engizitörcü” bölümlerini  İngilizce çevirisinden okurken (kendi çapımdaki İngilizcem ve google translete ile birlikte) fark ettim. İnanamayıp farklı farklı kaynaklardaki ingilizce çevirilere de baktığımda Ivan Karamazov'un aynı şeyleri söylediğini gördüm.

Şimdi size Türkçe halini bir çok çeviride  yayınlanmayan o paragrafın, İngilizce çevirisini  ve Türkçe çevirisini ileteceğim;

“By the way, a Bulgarian I met lately in Moscow,” Ivan went on, seeming not to hear his brother's words, “told me about the crimes committed by Turks and Circassians in all parts of Bulgaria through fear of a general rising of the Slavs. They burn villages, murder, outrage women and children, they nail their prisoners by the ears to the fences, leave them so till morning, and in the morning they hang them—all sorts of things you can't imagine. People talk sometimes of bestial cruelty, but that's a great injustice and insult to the beasts; a beast can never be so cruel as a man, so artistically cruel. The tiger only tears and gnaws, that's all he can do. He would never think of nailing  people by the ears, even if he were able to do it. These Turks took a pleasure in torturing children, too; cutting the unborn child from the mother's womb, and tossing babies up in the air and catching them on the points of their bayonets before their mothers' eyes. Doing it before the mothers' eyes was what gave zest to the amusement. Here is another scene that I thought very interesting. Imagine a trembling mother with her baby in her arms, a circle of invading Turks around her. They've planned a diversion: they pet the baby, laugh to make it laugh. They succeed, the baby laughs. At that moment a Turk points a pistol four inches from the baby's face. The baby laughs with glee, holds out its little hands to the pistol, and he pulls the trigger in the baby's face and blows out its brains. Artistic, wasn't it? By the way, Turks are particularly fond of sweet things, they say.” [1]

“Bu arada, geçenlerde Moskova’da karşılaştığım bir Bulgar, genel bir Slav ayaklanmasından korkan Türklerin ve Kafkasyalıların tüm Bulgaristan boyunca yaptıkları zalimlikleri anlattı. Köyleri yakıyor, öldürüyor, kadın ve çocuklara tecavüz ediyor, esirlerini kulaklarından siper kazıklarına çiviliyor, sabaha kadar öylece bırakıp sonra da asıyorlar—akıl almaz her türlü zalimlik. İnsanlar bazen insan vahşetini ‘hayvani’ diye tarif eder, ama bu hayvanlara karşı büyük bir haksızlık ve hakaret; bir hayvan asla bir insan kadar vahşi olamaz, o kadar maharetle, o kadar sanatkarane bir şekilde vahşi olamaz. Kaplan sadece ısırıp parçalar, bütün yapabileceği budur. İnsanları kulaklarından çivilemek, yapabilseydi bile, asla aklına düşmezdi. Bu Türkler ise çocuklara zulmetmekten zevk alıyorlar—ana rahmindeki bebekleri hançerle kesip almaktan, kundaktaki bebekleri havaya atıp annelerinin gözü önünde süngü ucuyla yakalamaya kadar her şeyi yapıyorlar. Bunu annelerinin gözü önünde yapmak asıl zevk aldıkları şey. Ama Bulgar’ın bana anlattıkları arasında şu sahne özellikle ilgimi çekti. Kollarında bebeğiyle, Türkler arasında çembere alınmış, titreyen bir anneyi gözünün önüne getir. Türkler eğlenceli bir oyun icat ediyorlar; bebeği okşuyor, gülsün diye kendileri gülüyorlar. Sonunda istedikleri oluyor ve bebek gülüyor. Tam o anda Türklerden biri silahını bebeğe doğrultup, yüzünden on santim mesafede tutuyor. Bebek sevinçle kıkırdayıp parlayan silahı minik elleriyle yakalamaya çalışıyor ve sanatkar aniden silahı dosdoğru bebeğin yüzüne sıkıp minik başını paramparça ediyor. Sanatkarane, değil mi? Bu arada, Türklerin tatlı şeyleri çok sevdiklerini söylerler.”


Siz daha önce Dostoyevski'yi seversiniz veya sevmezsiniz. Sizlerle blogumda Dostyevski hakkında bir çok şeyi paylaştım. İyi veya kötü, desteklediğiniz veya desteklemediğiniz.. Kitapları olmadığı haliyle okuyucuya aktarmanın doğru olmadığını ve burada gerçekleştirilen sansürün vahim bir bilinç yozlaşması olduğu gerçeğini değiştirmez. Çevirmenler veya yayınevleri çevirileri olduğu gibi yayınlayıp Dostoyevski okuyup okumayacaklarını okurun kendisine bırakması çok daha sağlıklı bir zihniyet olabilirdi. Aşağıda sansürleyen yayınevi/çevirmen ve sansürlemeyen yayınevi/çevirmen detaylarını iletip, bu içeriği burada sonlandıracağım.. 

Sansürcü Yayınevleri ve Çevirmenler 
 
İLETİŞİM  İngilizce çevirilerde sürekli “Türkler” denirken, Ergin Altay (İletişim, editörü Orhan Pamuk; ) çevirisinde “Türk” veya “Türklerin yanı sıra, son cümle ile tecavüz teması da sansürlenmiş.

 SOSYAL ve CEM: Leyla Soykut (Sosyal; ve daha önce Cem) çevirisinde sadece “Bulgaristan'daki yöneticiler” denmiş.

 MORPA: Zübeyde Erol çevirisinde sadece “İnsanlar” denmiş ve paragrafın ilk yarısı da olduğu gibi sansürlenmiş.

 MEB, ODA, TİMAŞ, ANTİK, İSKELE ve ENGİN:  Nhal Yalaza Taluy (Meb), Metn İlkin (Oda), Recep Şükrü Güngör (Timaş ve Antik) ve Mustafa Bahar (İskele) çevirilerinde paragraf olduğu gibi sansürlenmiş.
 
Nesrin Altınova (Engin) “kadın ve çocuklara tecavüz” yerine “kadın ve çocukları boğazlıyorlarmış” demek dışında sansürlememiş.
( Blog yazarı notu : Kadın ve çocuk boğazlamanın, tecavüzden daha aşağı kalır yanı olduğunu düşünmesi, gerçekten çok ilginç )

Sansürlemeyen Yayınevleri ve Çevirmenler

ÖTEKİ ve ALFA: Ayşe Hacıhasanoğlu (Öteki, 1999) le Koray Karasulu (Alfa, 2005) se hiç sansürlememişler.

CAN: Ayşe Hacıhasanoğlu (2010) sansürlenmemiştir.

[1]Dostoevsky, The Brothers Karamazov, çev. Constance Garnett, ed. Ralph E. Matlaw, Norton & Company, 1976, s. 219-20.



Not: Öpüldünüz.
Dipnot: Sanıyorum Tolstoy'un İtiraflarım adlı eserinde de ciddi bir sansür olayı var. Bir sonraki yazımda ondan bahsedeceğim..
Endipnot: Başlığımızda  "Rengin- Aldatıldık" şarkısında geçen " Aldatıldık aldatıldık. Dünya böyle değil." sözünden esinlenilmiştir.



Benzer şeyler : 










23 Mayıs 2020 Cumartesi

Sigmund Freud'un Stefan Zweig'e Yazdığı, Dosteyevski İçerikli Mektup



Dostoyevski ve Freud



Çok Saygıdeğer Doktor Bey (Stefan Zweig),

Şimdi biraz sakinliğe kavuştum. Yollamış olduğunuz ve İlk haftaların yoğun çalışmaları arasında büyük bir zevkle okuduğum güzel kitabınız için size teşekkür etmeyi bir görev biliyorum. Anlatımınızdaki ustalıkla duygusallığın bir araya gelişi okuru tatmin ediyor, ona ender rastladığı bir mutluluk veriyor. Özellikle cümlelerinizdeki yinelemeler ve güçlendirmelerle anlattığınız kişiye sokuluşunuz ilgimi çekti. Düşlerde saklı olanı yavaş yavaş aydınlığa çıkaran km belirtiler andırıyor.

Karakterler anlatımınızı ince eleyip sık dokumama izin verirseniz, Balzac ve Dickens’deki başarınızın üstün olduğunu söyleyebilirim. Fakat bu çok zor değildir, çünkü her ikisi de kolay ve dosdoğru kişilikli insanlardır. Zor Rus’ta ise bu o kadar kolay değil; pek memnun edici olmamış. Kimi yerde boşluk ve soru işaretleri hissediliyor. İzin verirseniz bazı açıklamalarda bulunmak istiyorum; özellikte de kendini psikopatolojinin elinde bulan Dostoyevski üzerine.

Bana kalırsa siz Dostoyevski'yi sözde bir sara hastası olarak görmemeliydiniz. Onun bu hastalığa tutulmuş olduğu pek doğru değildir. Sara hastalığı organik bir beyin rahatsızlığıdır ve genelde düşün değerini yitirir, verim azalır. Şimdiye kadar düşün gücü çok yüksek tek bir ünlüde böyle bir rahatsızlığa rastlanmıştır; o da duygusal yaşamı üzerine pek az bilgimiz olan düşün devi Alman fizikçi Helmholtz’dur. Sara hastası oldukları savlanan tüm diğer ünlüler gerçekte isteri hastasıydı. Düşçü Lombrosso ikisi arasındaki farkı henüz teşhis edememişti. Bu tıbbi fark çok önemli bir titizliği gerektirir. İster, ruhsal öğelerden oluşmuş bir bileşimdir, kimi insanda sanatının doruğunda kendini gösterir. Bu, hiç çözümlenmemiş, ileriki yıllarda kişinin ruhsal yaşamında ortaya çıkıveren, onu ikiye bölen önemli bir sorunun kalıtı olabilir. Bana kalırsa Dostoyevski’yi anlatırken her şey onun isteri hastalığı üzerine inşa edebilirdiniz. Dostoyevski’nin bünyesinin isteri hastalığına yatkın olduğu etkenin yanı sıra ben kanıtlanmış başka bir etken de çok ilginç buluyorum. Bana bir zamanlar Dostoyevski’nin yaşam öyküsünde bir bölüm göstermişlerdi. Buna göre o kişinin ileri yıllarda ortaya çıkan sağlık sorununun neden, çocukluğunda babasının sert davranışları ve onu cezalandırmış olması olabilir. Ancak bunun nasıl bir ceza olduğu tutulmaktadır. Siz sözünü ettiğim bölümü araştırıp kolayca bulabilirsiniz. Çocukluğunda yaşadığı olaylar ileride travmaya dönüşmüş ve krizlere neden olmuştur.

Dostoyevski’nin bütün yaşamını bahasıyla olan ilişkilerinin yarattığı ruhsal durum etkilemiştir. Çok bilinçli, hatta mazoşist bir boyun eğmeyle öfkeli bir karşı çıkma arasında gidip gelmiştir. Mazoşizm, kendini baskıdan kurtarmak isteyen kişinin suçu kabullenme duygularını içerir.
Sizin düalizm dediğiniz şey ruhsal bir anlaşmazlık, daha doğrusu bir çelişkidir, ruhsal bir kalıtımdır. Rus insanında başka toplumlardan daha çok yer etmiştir. Daha birkaç yıl önce tedavi ettiğimi bir Rus hasta için yazmış olduğum kapsamlı raporda da açıklamıştım. Çocukluğunda yaşadıkları ve ruhsal çelişkisi, isteri hastalığının belirtilerine neden olabilir. Bu ruhsal duruma, nevrotik olmayan Ruslarla, Dostoyevski’nin hemen hemen tüm roman kahramanlarında rastlanır.

Sizin de gözünüzden kaçmadığına emin olduğum, onun edebiyatındaki tuhaflık bizler için yadırgatıcıdır, Rus insanı içinse olağan bir ruhsal durumdur. Öncelikle ızdırap verici, yadırgatıcı ilgilenir. Ancak bu gibi şeyler ruh çözümü olmadan kavranamaz. Baba katilliğini ele aldığı Karamazov Kardeşler Dostoyevski’nin kişisel sorunudur. Başkalarına olan sevgisindeki alışılmamışlıklar, içgüdüsel öfke veya sınırsız acıma, kahramanları seviyor mu, yoksa nefret mi ediyor, seviyorlarsa kimi seviyorlar… Bütün bunların temel onun psikolojisidir.
Patolojik yanlarına vurguladığım için, Dostoyevski’nin ozansal yaratıcı gücünü küçümsüyor olduğumu düşünmeyeceğinizi biliyorum. Fakat şimdi çok uzadığına inandığım mektubu bitirirken bu konunun sabır gerektirdiğini de söylemek isterim.
Tekrar teşekkür eden,içten selamlar yollayan.

Freud.
19 Ekim 1920 Viyana IX. Bölge Berg Sokağı 19
Kaynak: Dostlarla Mektuplaşmalar – Stefan Zweig

22 Mayıs 2020 Cuma

Franz Kafka - Bir Köy Doktoru || Animasyon










Ödüllü kısa animasyon, Kafka'nın bol metafor hikayelerinden Ein Landarzt (Bir Köy Doktoru) olan Japon sanatçı Komi Yamamura'nın uyarlanmasıdır. Hikaye, Kafka'nın söylediği gibi bir animasyon olarak her ayrıntıya sadık kalan kendine özgü ruhu ve rengi ile çok iyi yansıtılabilir, aynı zamanda - tüm Kafkaesque hikayeleri için geçerlidir.


Benzer Okumalar : 




Öpüldünüz..

20 Mayıs 2020 Çarşamba

Dostoyevski ve Albert Camus : Bir Roman - Bir Oyun - Ecinniler


                     


Ecinniler, gelmiş geçmiş en güçlü politik romanlardan biridir. Fransız İhtilalinin de etkisiyle; Rus halkını derinden sarsan ateizm, nihilizm, sosyalizm gibi akımlar üzerine kurulu romanın temel unsurları inanç, ideolojiler ve insanlık hallerdir. 19. yüzyıl Rusyası’nın girdiği ideolojik ve dinî açıdan sıkıntılı dönemler okura sunan, 21. yüzyılda da geçerliğini ve güncelliğini kaybetmeyen bir eserdir Ecinniler. Liberal, muhafazakar, ateist çatışmalarının en şiddetli döneminde ortaya konulan yapıt, ölümsüz konusu ve karakterleriyle günümüz insanına seslenmeyi başaran bir klasik. [Tanıtım bülteninden ]




“Tüm yaşamım boyunca tanrı beni altüst etti. …özgür olması için insan korku ve acının doğurduğu bir hayalet olan tanrının üstesinden gelmeli, kendini öldürmeli.”

“(Bir patlama sesi duyulur. Sessizlik. Oyun yerinde el yordamıyla yapılan hareketler. Peter bir mum yakar, Kirillov’un cesedi aydınlanır.)”


 
Ocak 1959 Albert Camus’nün Fransız televizyonuna verdiği son röportajdan bir kesit. Camus, son oyunu olan ve Dostoyevski’nin aynı adlı romanından uyarlanan Ecinniler’ anlatıyor.



18 Mayıs 2020 Pazartesi

Ernest Hemingway : "Zor bulunanlar çabuk yitirilir bazen." - Yaşlı Adam ve Deniz || Kısa Film



1999, The Old Man and The Sea Short Film



2000 yılında En İyi Kısa Canlandırma Oscar'ını alan bu uyarlama hakkında ilk bakışta göze çarpan olağanüstü bir teknik var: Rus animasyon sanatçısı Aleksander Petrov tarafından üretilen film cam üzerine boya tekniği ile çekildi. Petrov, filminin her karesini, fırça yerine parmaklarını kullanarak A-4 boyutunun dört katı cam yüzeylere boyadı. Geç kuruyan yağlı boya sayesinde çizimlerinin derinliği ve hareketi üzerinde oynayabilen yönetmen, oğlunun filmi bitirmesi için yardım aldı. Yaklaşık 29.000 kareyi bir araya getirerek yukarıdaki sonuca ulaşan baba ve oğul, bu 20 dakikalık filmi tamamlamak için tam iki yıl geçirdi…




Öpüldünüz.

15 Mayıs 2020 Cuma

Kafka'dan Toplumsal Ortaklık Hikayesi : Gemeinschaft




Biz beş arkadaşız; bir gün peş peşe evin birinden dışarı çıktık; ilk çıkan kapının yanında durdu, ardından ikinci çıktı, daha doğrusu bir civa topağı gibi kaydı ve ikincinin yanında yerini aldı, sonra üçüncü, dördüncü ve beşinci çıktı. Sonunda hepimiz bir hizada durduk. İnsanlar bizi fark etmeye başladılar; bizi gösterip "Şu beşi o evden çıktılar," dediler. O zamandan beri birlikte yaşıyoruz; eğer bir altıncı sürekli aramıza katılmaya çalışıyor olmasaydı huzur içinde yaşayacaktık. Bize bir kötülük etmiyor, ama sinirimizi bozuyor ve bu da yeterince kötü; neden istenmediği yere girmeye çalışıyor? Onu tanımıyoruz ve aramıza katılmasını istemiyoruz. Bir zamanlar, elbette, biz beşimiz de birbirimizi tanımıyorduk, hâlâ da birbirimizi tanıdığımız söylenemez, ama beşimiz için caiz ve hoşgörülebilir olan o altıncı için caiz ve hoşgörülebilir değil. Her hâlükârda, biz beş kişiyiz ve altı kişi olmak istemiyoruz. Ve zaten sürekli birlikte olmanın anlamı nedir ki? Bunun beşimiz için de bir anlamı yok, ama işte biz bir aradayız ve bir arada kalacağız; öte yandan, tecrübelerimize dayanarak, yeni bir kaynaşma istemiyoruz. Ama bunu altıncıya nasıl açıklayacaksın? Uzun açıklamalar onu neredeyse aramıza almamızla sonuçlanacaktı, o yüzden açıklama yapmamayı ve onu aramıza almamayı tercih ediyoruz. Suratını nasıl asarsa assın onu dirseklerimizle itiyoruz, ama ne kadar itersek itelim geri geliyor.

Gemeinschaft: Öykünün "cemiyet" ve "cemaat" gibi anlamlara gelen Almanca orijinal ismi kavramlaşmış olduğu için Türkçe çevirisinde de korunmuştur. İngilizceden Türkçeye çeviride Tania ve James Stern tarafından yapılan İngilizce çeviri esas alınmıştır. (kaynak) -çev.


Özlem Akın, 2011
Gemeinschaft animasyonu





Benzer okumalar : 


10 Mayıs 2020 Pazar

Edgar Allan Poe - Gammaz Yürek: "Dinleyin ve nasıl ustalıkla - nasıl sakince size bütün hikayemi anlatıyorum, görün." - Kısa Öykü & Kısa Film

Harry Clarke, 1919


Doğru! Sinirliydim, fena halde sinirliydim, hala da öyleyim ama deli olduğumu da nereden çıkarıyorsunuz? Hastalığım duyularımı keskinleştirmişti, harap etmiş ya da köreltmiş değildi. Hepsinden öte olan, keskin işitme duyusuydu. Cennetteki ve dünyadaki bütün sesleri duyuyordum. Cehennemden gelen pek çok sesi duyuyordum. Söylesenize, nasıl deli olabilirim? Dinleyin ve nasıl ustalıkla - nasıl sakince size bütün hikayemi anlatıyorum, görün.

Fikrin aklıma ilk nasıl geldiğini söylemek imkansız ama aklıma düştüğü andan itibaren beni gece gündüz rahat bırakmadı. Bir amacım yoktu. Bir arzum yoktu. Yaşlı adamı severdim. Bana hiç zararı dokunmazdı. Beni asla kırmazdı. Altınlarında da gözüm yoktu. Beni sinirlendiren… Sanırım, gözleriydi! Evet, buydu! Bir akbabanın gözü vardı onda -- üzerinde ince bir zar, donuk, mavi bir göz--. Ne zaman bakışlarını üzerimde hissetsem kanım donuyordu ve gün geçtikçe, adım adım, yaşlı adamın canını almayı, böylelikle gözlerinden sonsuza dek kurtulmayı kafama koydum Şimdi, mesele şu ki, siz benim deli olduğumu düşünüyorsunuz. Deli dediğin hiçbir şey bilmez. Ama beni bir görmeliydiniz. Nasıl akıllıca davrandığımı görmeliydiniz -- nasıl bir ihtiyatla--, önseziyle, ikiyüzlülükle çalıştım! Yaşlı adama, hiçbir zaman, onu öldürmeden önceki haftada olduğu kadar kibar davranmamıştım. Her gece, gece yarısı civarı, kapısının mandalını çevirip kapıyı usulca açıyordum! Sonra, kapıyı, kafamı sokabileceğim kadar aralayıp siyah bir feneri tamamen kapalı halde, -kapalı ki hiç ışık parlamasın- içeri sokuyordum ve sonra kafamı aralığa yerleştiriyordum. Ah, bir görseydiniz nasıl bir kurnazlıkla kafamı içeri soktuğumu, gülerdiniz. Çok ama çok yavaş bir şekilde hareket ettiriyordum kafamı, yaşlı adamın uykusunu bozmamak için. Kafamı aralığa tamamen yerleştirmek bir saatimi alıyordu, bu şekilde yatağında yatarken onu görebiliyordum. Söylesenize! Deli bir adam bu kadar akıllıca davranabilir miydi? Ve sonra kafam tamamen odanın içindeyken feneri dikkatlice açıyordum -- ama ne dikkatle -- ne dikkatle (menteşeler gıcırdadığı için), feneri onun akbaba gözüne tek bir ince ışık huzmesi düşecek kadar açıyordum. Bunu, her gece tam geceyarısı, yedi uzun gece boyunca yaptım, ama gözü hep kapalı buldum. Bu halde işi halletmek imkansızdı çünkü beni kızdıran yaşlı adam değil onun o Şeytani Gözüydü. Her sabah, gün doğduğunda küstahça odasına gittim ve onunla cesurca konuştum, ona içten bir şekilde seslenip geceyi nasıl geçirdiğini sordum. Görüyorsunuz ya, her gece tam on ikide, uyurken ona baktığımdan şüphelenmesi için gerçekten çok bilge bir ihtiyar olması gerekirdi.

Sekizinci gece, kapıyı açarken her zaman olduğundan daha tedbirliydim. Bir saatin yelkovanı elimin o andaki hareketinden daha hızlı hareket eder. O geceden önce yeteneklerimin, zekamın boyutlarını hiç farketmemiştim. İçimdeki zafer duygusunu zor zaptediyordum. Orada yavaş yavaş kapıyı açtığımı ve onun gizli eylemlerimi ve planlarımı hayal bile etmediğini düşününce kendi kendime kıkırdadım. Sanırım beni duydu çünkü şaşırmış gibi yatağında birden sıçradı. Şimdi geri çekildiğimi düşünebilirsiniz -- ama hayır. Odası zifiri karanlıktı (hırsızlardan korktuğundan panjurlar sımsıkı kapalıydı), bu yüzden kapının açıldığını göremediğini biliyordum ve kararlı bir şekilde kapıyı itmeye devam ettim.

Kafamı içeri soktum ve başparmağım kapının mandalının üzerinden geçtiğinde, yaşlı adam da yatağında sıçrayıp “Kim var orada?” diye haykırdığında, tam feneri açmak üzereydim.
Sessizce durdum ve hiçbir şey söylemedim. Tam bir saat boyunca tek bir kasımı bile kıpırdatmadım ve bu sırada onun yattığını da duymadım. Hala yatağında öylece oturmuş, dinliyordu; tıpkı benim geceler boyunca duvardaki saati dinlediğim gibi.

Ardından, hafif bir inilti duydum ve onun ölümcül korkunun iniltisi olduğunu biliyordum. Acı ya da keder inlemesi değildi o – ah, hayır! Korkuyla dolduğunda ruhun derinliklerinden gelen alçak, boğuk sesti. Sesi iyi tanıyordum. Pek çok gece, tam geceyarısı, bütün dünya uyurken, o ses, beni delirten korkuları şiddetlendirerek göğsümden taşardı. Söyledim ya, sesi iyi tanıyordum. Yaşlı adamın ne hissettiğini biliyordum ve içten içe gülmeme rağmen ona acıdım. Yatağında sıçradığında duyduğu ilk sesten beri uyanık olduğunu biliyordum. O andan itibaren korkuları giderek arttı. Korkularını nedensiz bularak hoş göstermeye çabaladı ama başaramadı. Kendi kendine, “Hiçbir şey değil canım olsa olsa bacadaki rüzgardır, sadece yerde yürüyen bir faredir” ya da “sadece bir cırcırböceği cıvıltısıdır" deyip durdu. Kendini bu varsayımlarla rahatlatmaya çalışıyordu : ama hepsinin boşuna olduğunu anladı. Her şey boşunaydıI, çünkü Ölüm, yaklaşırken kara gölgesiyle, kurbanı sinsice çevrelemiş ve ağına düşürmüştü. Beni görmemesine ve duymamasına rağmen, kafamın odadaki varlığını hissettiren, algılayamadığı gölgenin sarsıcı etkisiydi.

Onun yattığını duymadan uzun bir süre sabırlı bir şekilde bekledikten sonra, feneri --çok ama çok az-- açmaya karar verdim. Açtım -- tahmin edemezsiniz nasıl sinsice, nasıl sinsice -- en sonunda fenerden fırlayan tek, belli belirsiz bir ışık huzmesi, örümcek ağı gibi onun akbaba gözüne düşene dek.

Göz açıktı, tamamen açıktı, ona bakarken gitgide öfkelendim. Açık seçik gördüm -- iliğimi kemiğimi donduran üzerindeki korkunç deriyle, o donuk mavi --; ama sanki içgüdüsel olarak ışığı o allahın belası noktaya yönelttiğim için yaşlı adamın başka hiçbir yerini, yüzünü ya da bedenini göremiyordum.

Sizin delilik sandığınız şeyin aslında duyuların aşırı keskinleşmesi olduğunu söylememiş miydim? Sonra, kulağıma, pamuğa sarıldığında bir saatin çıkardığına benzer hafif, boğuk, seri bir ses geldi. Bu sesi de iyi tanıyordum. Yaşlı adamın kalp atışıydı. Nasıl ki bir davulun tamtamları askerin cesaretini kamçılar, o ses de benim öfkemi kamçılıyordu.

Ama kendimi tuttum ve hiç kıpırdamadım. Nefesimi bile tutmaya çalıştım. Feneri hiç hareket ettirmedim. Işığı gözünde nasıl sabit tutabileceğimi denedim. Bu arada kalbin korkunç gürültüsü arttı. Ses, her saniye, giderek hızlandı ve yükseldikçe yükseldi. Yaşlı adamın korkusu had safhada olmalıydı. Dediğim gibi, ses yükseldi, her saniye yükseldi! -- Beni dikkatlice dinliyor musunuz ? Size gergin olduğumu söylemiştim: öyleyim. Gecenin bir yarısı, yaşlı evin ürpertici sessizliğinde, böylesine tuhaf bir ses beni kontrol edilemez bir korkuyla heyecanlandırdı. Ama birkaç dakika daha kendimi tuttum, hiç kıpırdamadan durdum. Kalbin vuruşu giderek yükseliyordu, giderek! Kalbi patlayacak sandım artık. Sonra yeni bir endişeye kapıldım – ses bir komşu tarafından duyulabilirdi! Yaşlı adamın vakti gelmişti artık! Gürültülü bir nidayla feneri açıp odaya daldım. Bir kez çığlık attı -- sadece bir kez. Bir anda onu yere fırlattım ve ağır yatağı üstüne bastırdım. Umarsızca güldüm sonra, eylemi bu kadar çabuk bitirdiğimi görünce. Fakat, bir süre daha, kalbi boğuk bir sesle atmaya devam etti. Ama bu beni sinirlendirmedi; ses, duvardan öteye duyulamazdı. En sonunda durdu. Yaşlı adam ölmüştü. Yatağı üstünden çektim ve cesedi inceledim. Evet, kesinlikle ölmüştü. Elimi kalbinin üzerine koydum ve dakikalarca orada tuttum. Kalp atışı yoktu.
Evet, kesinlikle ölmüştü. Artık gözleri canımı sıkmayacaktı.

Hala deli olduğumu düşünüyorsanız, cesedi saklamak için aldığım akıllıca önlemleri anlattıktan sonra öyle düşünmeyeceksiniz. Gece sona yaklaşıyordu ve ben de acele davranıyordum ama sessizce. Önce cesedi parçalara ayırdım. Kafasını, kollarını ve bacaklarını kestim.

Odanın tabanından üç döşeme tahtasını söktüm ve parçaladığım cesedi döşemelerin arasına yerleştirdim. Sonra da tahtaları öyle akıllıca öyle kurnazca geri yerleştirdim ki hiçbir insan gözü -- onunki bile -- bir gariplik olduğunu fark edemezdi. Temizlenecek hiçbir şey yoktu -- hiçbir iz – ne bir kan lekesi ne başka bir şey. Bunun olmaması için çok tedbirli davranmıştım. Küvette halletmiştim hepsini. ha! ha!

Bütün bu uğraşların sonunda, saat sabaha karşı dört olmuştu -- hala geceyarısı gibi karanlıktı. Saat tam dörde vurduğunda, sokak kapısında bir tıklama işittim. Kaygısız bir şekilde kapıyı açmaya gittim, Korkacak neyim vardı ki? Kendilerini büyük bir nezaketle polis memuru olarak tanıtan üç adam girdi. Gece, komşular tarafından bir çığlık duyulmuş: cinayet işlendiği şüphesi uyanmış; bilgi, polis merkezine ulaşmış ve onlar da (polis memurları) çevreyi incelemek üzere atanmışlar.

Gülümsedim, ne için korkacaktım ki? İçtenlikle karşıladım onları. Çığlık, rüyamda attığım kendi çığlığımdı, dedim. Yaşlı adamın kasabada olmadığını söyledim. Ziyaretçilerime evin her yerini gösterdim. Onlara araştırmalarını, iyice araştırmalarını söyledim. En sonunda, onun odasına bile götürdüm. Onun hiç dokunulmamış, emin ellerdeki değerli eşyalarını gösterdim. Güvenimin verdiği rahatlıkla, odaya sandalyeler getirdim ve oturup yorgunluklarını atmalarını diledim, bense, harikulade zaferimin vahşi küstahlığıyla, kendi sandalyemi, tam altında kurbanın cesedinin olduğu noktaya koydum.

Memurlar memnunlardı. Tutumum onları ikna etmişti. Ben, özellikle rahattım. Neşeli neşeli cevaplar veriyordum, onlar da oturdular, havadan sudan konuştular. Ama, çok geçmeden, giderek solduğumu hissettim ve gitmelerini diledim. Başım ağrıyordu ve kulaklarımda bir çınlama vardı; ama onlar hala oturmuş sohbet ediyorlardı. Çınlama daha bir belirgin oldu: o histen kurtulmak için daha serbestçe konuştum: ama devam etti ve daha da belirgin hale geldi, en sonunda sesin kulaklarımdan değil başka yerden geldiğini anlayana dek.

Hiç şüphesiz daha da solgunlaştım; ama daha akıcı konuşuyordum ve daha yüksek bir tonla. Ses, yine de yükseldi – ne yapabilirdim ki ? Hafif, boğuk, seri bir sesti.  Pamuğa sarıldığında bir saatin çıkardığına benzeyen. Nefesimi tuttum ama yine de memurlar sesi duymadı. Daha hızlı, daha hararetli bir şekilde konuştum ama ses giderek artıyordu. Ayağa kalktım ve heyecanlı bir şekilde, abartılı mimiklerle önemsiz şeyler üzerine konuştum, ama ses giderek arttı. Ne diye gitmiyorlardı ki? Adamların gözlemlerinden öfkelenmiş de telaşlanmış gibi ağır adımlarla ileri geri yürüyordum, ama ses giderek artıyordu. Allah aşkına! Ne yapabilirdim? Köpürdüm, bağırıp çağırdım, küfrettim! Oturduğum sandalyeyi kaldırdım ve tahtaların üzerine çarptım ama ses iyice yükseldi ve giderek arttı. Çıktıkça çıktı yükseğe -- daha yükseğe -- daha da yükseğe ! Adamlar hala gülümseyip hallerinden memnun, sohbet ediyorlardı. Duymamaları mümkün müydü? Bırak Allah aşkına! -- hayır, hayır? Duymuşlardı! -- şüphelenmişlerdi!  ve biliyorlardı! Korkumla eğleniyorlardı!  bunu düşündüm ve hala da öyle düşünüyorum. Ne olursa olsun, bu ızdıraptan daha iyiydi! Ne olursa olsun, bu alay edişten daha dayanılırdı! O sahte gülümsemelere daha fazla katlanamazdım! Haykırmazsam ölecekmişim gibi hissettim! ve şimdi, işte yine, dinleyin! daha yüksek! daha yüksek! daha yüksek! Daha yüksek!!

“Adi herifler!” diye bağırdım, bırakın ikiyüzlülüğü artık! Kabul ediyorum suçumu!  tahtaları sökün! burada, burada! -- bu onun korkunç kalbinin atışı! ”

Çeviren: Gül Şahin
Kaynak: POE, Edgar A. “The Tell-tale Heart”, The fall of the House of Usher and other writings : poems, tales, essays, and reviews ; edited with an introduction and notes by David Galloway, London ; New York : Penguin, 2003



The Tell-Tale Heart / Gammaz Yürek - 1953 (Türkçe Alt Yazılı Kısa Film)





Popüler Yayınlar