10 Mayıs 2020 Pazar

Edgar Allan Poe - Gammaz Yürek: "Dinleyin ve nasıl ustalıkla - nasıl sakince size bütün hikayemi anlatıyorum, görün." - Kısa Öykü & Kısa Film

Harry Clarke, 1919


Doğru! Sinirliydim, fena halde sinirliydim, hala da öyleyim ama deli olduğumu da nereden çıkarıyorsunuz? Hastalığım duyularımı keskinleştirmişti, harap etmiş ya da köreltmiş değildi. Hepsinden öte olan, keskin işitme duyusuydu. Cennetteki ve dünyadaki bütün sesleri duyuyordum. Cehennemden gelen pek çok sesi duyuyordum. Söylesenize, nasıl deli olabilirim? Dinleyin ve nasıl ustalıkla - nasıl sakince size bütün hikayemi anlatıyorum, görün.

Fikrin aklıma ilk nasıl geldiğini söylemek imkansız ama aklıma düştüğü andan itibaren beni gece gündüz rahat bırakmadı. Bir amacım yoktu. Bir arzum yoktu. Yaşlı adamı severdim. Bana hiç zararı dokunmazdı. Beni asla kırmazdı. Altınlarında da gözüm yoktu. Beni sinirlendiren… Sanırım, gözleriydi! Evet, buydu! Bir akbabanın gözü vardı onda -- üzerinde ince bir zar, donuk, mavi bir göz--. Ne zaman bakışlarını üzerimde hissetsem kanım donuyordu ve gün geçtikçe, adım adım, yaşlı adamın canını almayı, böylelikle gözlerinden sonsuza dek kurtulmayı kafama koydum Şimdi, mesele şu ki, siz benim deli olduğumu düşünüyorsunuz. Deli dediğin hiçbir şey bilmez. Ama beni bir görmeliydiniz. Nasıl akıllıca davrandığımı görmeliydiniz -- nasıl bir ihtiyatla--, önseziyle, ikiyüzlülükle çalıştım! Yaşlı adama, hiçbir zaman, onu öldürmeden önceki haftada olduğu kadar kibar davranmamıştım. Her gece, gece yarısı civarı, kapısının mandalını çevirip kapıyı usulca açıyordum! Sonra, kapıyı, kafamı sokabileceğim kadar aralayıp siyah bir feneri tamamen kapalı halde, -kapalı ki hiç ışık parlamasın- içeri sokuyordum ve sonra kafamı aralığa yerleştiriyordum. Ah, bir görseydiniz nasıl bir kurnazlıkla kafamı içeri soktuğumu, gülerdiniz. Çok ama çok yavaş bir şekilde hareket ettiriyordum kafamı, yaşlı adamın uykusunu bozmamak için. Kafamı aralığa tamamen yerleştirmek bir saatimi alıyordu, bu şekilde yatağında yatarken onu görebiliyordum. Söylesenize! Deli bir adam bu kadar akıllıca davranabilir miydi? Ve sonra kafam tamamen odanın içindeyken feneri dikkatlice açıyordum -- ama ne dikkatle -- ne dikkatle (menteşeler gıcırdadığı için), feneri onun akbaba gözüne tek bir ince ışık huzmesi düşecek kadar açıyordum. Bunu, her gece tam geceyarısı, yedi uzun gece boyunca yaptım, ama gözü hep kapalı buldum. Bu halde işi halletmek imkansızdı çünkü beni kızdıran yaşlı adam değil onun o Şeytani Gözüydü. Her sabah, gün doğduğunda küstahça odasına gittim ve onunla cesurca konuştum, ona içten bir şekilde seslenip geceyi nasıl geçirdiğini sordum. Görüyorsunuz ya, her gece tam on ikide, uyurken ona baktığımdan şüphelenmesi için gerçekten çok bilge bir ihtiyar olması gerekirdi.

Sekizinci gece, kapıyı açarken her zaman olduğundan daha tedbirliydim. Bir saatin yelkovanı elimin o andaki hareketinden daha hızlı hareket eder. O geceden önce yeteneklerimin, zekamın boyutlarını hiç farketmemiştim. İçimdeki zafer duygusunu zor zaptediyordum. Orada yavaş yavaş kapıyı açtığımı ve onun gizli eylemlerimi ve planlarımı hayal bile etmediğini düşününce kendi kendime kıkırdadım. Sanırım beni duydu çünkü şaşırmış gibi yatağında birden sıçradı. Şimdi geri çekildiğimi düşünebilirsiniz -- ama hayır. Odası zifiri karanlıktı (hırsızlardan korktuğundan panjurlar sımsıkı kapalıydı), bu yüzden kapının açıldığını göremediğini biliyordum ve kararlı bir şekilde kapıyı itmeye devam ettim.

Kafamı içeri soktum ve başparmağım kapının mandalının üzerinden geçtiğinde, yaşlı adam da yatağında sıçrayıp “Kim var orada?” diye haykırdığında, tam feneri açmak üzereydim.
Sessizce durdum ve hiçbir şey söylemedim. Tam bir saat boyunca tek bir kasımı bile kıpırdatmadım ve bu sırada onun yattığını da duymadım. Hala yatağında öylece oturmuş, dinliyordu; tıpkı benim geceler boyunca duvardaki saati dinlediğim gibi.

Ardından, hafif bir inilti duydum ve onun ölümcül korkunun iniltisi olduğunu biliyordum. Acı ya da keder inlemesi değildi o – ah, hayır! Korkuyla dolduğunda ruhun derinliklerinden gelen alçak, boğuk sesti. Sesi iyi tanıyordum. Pek çok gece, tam geceyarısı, bütün dünya uyurken, o ses, beni delirten korkuları şiddetlendirerek göğsümden taşardı. Söyledim ya, sesi iyi tanıyordum. Yaşlı adamın ne hissettiğini biliyordum ve içten içe gülmeme rağmen ona acıdım. Yatağında sıçradığında duyduğu ilk sesten beri uyanık olduğunu biliyordum. O andan itibaren korkuları giderek arttı. Korkularını nedensiz bularak hoş göstermeye çabaladı ama başaramadı. Kendi kendine, “Hiçbir şey değil canım olsa olsa bacadaki rüzgardır, sadece yerde yürüyen bir faredir” ya da “sadece bir cırcırböceği cıvıltısıdır" deyip durdu. Kendini bu varsayımlarla rahatlatmaya çalışıyordu : ama hepsinin boşuna olduğunu anladı. Her şey boşunaydıI, çünkü Ölüm, yaklaşırken kara gölgesiyle, kurbanı sinsice çevrelemiş ve ağına düşürmüştü. Beni görmemesine ve duymamasına rağmen, kafamın odadaki varlığını hissettiren, algılayamadığı gölgenin sarsıcı etkisiydi.

Onun yattığını duymadan uzun bir süre sabırlı bir şekilde bekledikten sonra, feneri --çok ama çok az-- açmaya karar verdim. Açtım -- tahmin edemezsiniz nasıl sinsice, nasıl sinsice -- en sonunda fenerden fırlayan tek, belli belirsiz bir ışık huzmesi, örümcek ağı gibi onun akbaba gözüne düşene dek.

Göz açıktı, tamamen açıktı, ona bakarken gitgide öfkelendim. Açık seçik gördüm -- iliğimi kemiğimi donduran üzerindeki korkunç deriyle, o donuk mavi --; ama sanki içgüdüsel olarak ışığı o allahın belası noktaya yönelttiğim için yaşlı adamın başka hiçbir yerini, yüzünü ya da bedenini göremiyordum.

Sizin delilik sandığınız şeyin aslında duyuların aşırı keskinleşmesi olduğunu söylememiş miydim? Sonra, kulağıma, pamuğa sarıldığında bir saatin çıkardığına benzer hafif, boğuk, seri bir ses geldi. Bu sesi de iyi tanıyordum. Yaşlı adamın kalp atışıydı. Nasıl ki bir davulun tamtamları askerin cesaretini kamçılar, o ses de benim öfkemi kamçılıyordu.

Ama kendimi tuttum ve hiç kıpırdamadım. Nefesimi bile tutmaya çalıştım. Feneri hiç hareket ettirmedim. Işığı gözünde nasıl sabit tutabileceğimi denedim. Bu arada kalbin korkunç gürültüsü arttı. Ses, her saniye, giderek hızlandı ve yükseldikçe yükseldi. Yaşlı adamın korkusu had safhada olmalıydı. Dediğim gibi, ses yükseldi, her saniye yükseldi! -- Beni dikkatlice dinliyor musunuz ? Size gergin olduğumu söylemiştim: öyleyim. Gecenin bir yarısı, yaşlı evin ürpertici sessizliğinde, böylesine tuhaf bir ses beni kontrol edilemez bir korkuyla heyecanlandırdı. Ama birkaç dakika daha kendimi tuttum, hiç kıpırdamadan durdum. Kalbin vuruşu giderek yükseliyordu, giderek! Kalbi patlayacak sandım artık. Sonra yeni bir endişeye kapıldım – ses bir komşu tarafından duyulabilirdi! Yaşlı adamın vakti gelmişti artık! Gürültülü bir nidayla feneri açıp odaya daldım. Bir kez çığlık attı -- sadece bir kez. Bir anda onu yere fırlattım ve ağır yatağı üstüne bastırdım. Umarsızca güldüm sonra, eylemi bu kadar çabuk bitirdiğimi görünce. Fakat, bir süre daha, kalbi boğuk bir sesle atmaya devam etti. Ama bu beni sinirlendirmedi; ses, duvardan öteye duyulamazdı. En sonunda durdu. Yaşlı adam ölmüştü. Yatağı üstünden çektim ve cesedi inceledim. Evet, kesinlikle ölmüştü. Elimi kalbinin üzerine koydum ve dakikalarca orada tuttum. Kalp atışı yoktu.
Evet, kesinlikle ölmüştü. Artık gözleri canımı sıkmayacaktı.

Hala deli olduğumu düşünüyorsanız, cesedi saklamak için aldığım akıllıca önlemleri anlattıktan sonra öyle düşünmeyeceksiniz. Gece sona yaklaşıyordu ve ben de acele davranıyordum ama sessizce. Önce cesedi parçalara ayırdım. Kafasını, kollarını ve bacaklarını kestim.

Odanın tabanından üç döşeme tahtasını söktüm ve parçaladığım cesedi döşemelerin arasına yerleştirdim. Sonra da tahtaları öyle akıllıca öyle kurnazca geri yerleştirdim ki hiçbir insan gözü -- onunki bile -- bir gariplik olduğunu fark edemezdi. Temizlenecek hiçbir şey yoktu -- hiçbir iz – ne bir kan lekesi ne başka bir şey. Bunun olmaması için çok tedbirli davranmıştım. Küvette halletmiştim hepsini. ha! ha!

Bütün bu uğraşların sonunda, saat sabaha karşı dört olmuştu -- hala geceyarısı gibi karanlıktı. Saat tam dörde vurduğunda, sokak kapısında bir tıklama işittim. Kaygısız bir şekilde kapıyı açmaya gittim, Korkacak neyim vardı ki? Kendilerini büyük bir nezaketle polis memuru olarak tanıtan üç adam girdi. Gece, komşular tarafından bir çığlık duyulmuş: cinayet işlendiği şüphesi uyanmış; bilgi, polis merkezine ulaşmış ve onlar da (polis memurları) çevreyi incelemek üzere atanmışlar.

Gülümsedim, ne için korkacaktım ki? İçtenlikle karşıladım onları. Çığlık, rüyamda attığım kendi çığlığımdı, dedim. Yaşlı adamın kasabada olmadığını söyledim. Ziyaretçilerime evin her yerini gösterdim. Onlara araştırmalarını, iyice araştırmalarını söyledim. En sonunda, onun odasına bile götürdüm. Onun hiç dokunulmamış, emin ellerdeki değerli eşyalarını gösterdim. Güvenimin verdiği rahatlıkla, odaya sandalyeler getirdim ve oturup yorgunluklarını atmalarını diledim, bense, harikulade zaferimin vahşi küstahlığıyla, kendi sandalyemi, tam altında kurbanın cesedinin olduğu noktaya koydum.

Memurlar memnunlardı. Tutumum onları ikna etmişti. Ben, özellikle rahattım. Neşeli neşeli cevaplar veriyordum, onlar da oturdular, havadan sudan konuştular. Ama, çok geçmeden, giderek solduğumu hissettim ve gitmelerini diledim. Başım ağrıyordu ve kulaklarımda bir çınlama vardı; ama onlar hala oturmuş sohbet ediyorlardı. Çınlama daha bir belirgin oldu: o histen kurtulmak için daha serbestçe konuştum: ama devam etti ve daha da belirgin hale geldi, en sonunda sesin kulaklarımdan değil başka yerden geldiğini anlayana dek.

Hiç şüphesiz daha da solgunlaştım; ama daha akıcı konuşuyordum ve daha yüksek bir tonla. Ses, yine de yükseldi – ne yapabilirdim ki ? Hafif, boğuk, seri bir sesti.  Pamuğa sarıldığında bir saatin çıkardığına benzeyen. Nefesimi tuttum ama yine de memurlar sesi duymadı. Daha hızlı, daha hararetli bir şekilde konuştum ama ses giderek artıyordu. Ayağa kalktım ve heyecanlı bir şekilde, abartılı mimiklerle önemsiz şeyler üzerine konuştum, ama ses giderek arttı. Ne diye gitmiyorlardı ki? Adamların gözlemlerinden öfkelenmiş de telaşlanmış gibi ağır adımlarla ileri geri yürüyordum, ama ses giderek artıyordu. Allah aşkına! Ne yapabilirdim? Köpürdüm, bağırıp çağırdım, küfrettim! Oturduğum sandalyeyi kaldırdım ve tahtaların üzerine çarptım ama ses iyice yükseldi ve giderek arttı. Çıktıkça çıktı yükseğe -- daha yükseğe -- daha da yükseğe ! Adamlar hala gülümseyip hallerinden memnun, sohbet ediyorlardı. Duymamaları mümkün müydü? Bırak Allah aşkına! -- hayır, hayır? Duymuşlardı! -- şüphelenmişlerdi!  ve biliyorlardı! Korkumla eğleniyorlardı!  bunu düşündüm ve hala da öyle düşünüyorum. Ne olursa olsun, bu ızdıraptan daha iyiydi! Ne olursa olsun, bu alay edişten daha dayanılırdı! O sahte gülümsemelere daha fazla katlanamazdım! Haykırmazsam ölecekmişim gibi hissettim! ve şimdi, işte yine, dinleyin! daha yüksek! daha yüksek! daha yüksek! Daha yüksek!!

“Adi herifler!” diye bağırdım, bırakın ikiyüzlülüğü artık! Kabul ediyorum suçumu!  tahtaları sökün! burada, burada! -- bu onun korkunç kalbinin atışı! ”

Çeviren: Gül Şahin
Kaynak: POE, Edgar A. “The Tell-tale Heart”, The fall of the House of Usher and other writings : poems, tales, essays, and reviews ; edited with an introduction and notes by David Galloway, London ; New York : Penguin, 2003



The Tell-Tale Heart / Gammaz Yürek - 1953 (Türkçe Alt Yazılı Kısa Film)





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar